8.10.13

Bay Debussy'in Tuhaf Öyküsü

claude achille debussy, kafasında yığılmış, ona her zamankinden daha taze gelen, anlık dikkatinin iyiden iyiye azalmış olmasının yanı sıra dışarıda zihnindeki belirli uyumu bozmaya oynayan römorklu bir at arabasına rağmen, stüdyo tarzı dairesinde karyoladan bozma bir döşek üzerine uzanmış eskizinden dökülen notaları ekmek kırıntılarını parmağıyla bastırıp ağzına götürür gibi besleniyor, tüm günü dönem dönem ilhamını geri kazanmış, dönem dönemse günlük olağan ihtiyaçlarını, temel gereksinimlerini karşılamaya koyulan sıradan insanların yaptığı gibi çabalıyor, bu anlarda manen nasıl da böylesine sığ olduğunu kendine bile açıklayamadığı bedensel bitkinliğiyle yorgun düşmüş, yıpranmış ama tüm bu zayıflığı önemli bir hata yapmış insanın yüz anlatımıyla elle tutulur bir becerinin değil, kesinkes -evet, şu an tam da böyle düşünüyordu- büsbütün yetersizliğinin ortaya çıkardığı düşüncesiyle doğruluyor, tam da bu sırada derin bir nefes alıp, aynı zamanda kendi tatminsizliğinden duyduğu acıyla: '' insanın yaşamı sonsuzlukla kıyaslandığında ancak bir saniye kadarsa böylesine debelenmeye değer mi?'' diye soruyordu kendi kendine. fakat bu anda ruhunda öylesine bir duygu, düşünce, çeşit çeşit anılar patlak vermişti ki, hemen bu düşüncesinden sıyrılıp konunun oldukça kişisel tarafına dönüyor, daha önceki uykusuz geceleri boyunca iç dünyasında olup bitenler ne kadar acı olursa olsun, şimdi heraklitos mantığıyla bambaşka bir acının içini doldurduğunu görüyordu. tekrar uzanıp kendisine mozart'ın viyana'daki arabesk ruhunun nasıl da bozguna uğradığını hatırlatıp: ''herkesin kötü günü vardır'' diyerek gözlerini kapıyordu.

****

antik yunan filozofu zenon, paradokslarının birinde, yarıtanrı aşil’le kaplumbağayı yarıştırır. kaplumbağa aşil’den çok daha yavaş olduğundan, aşil’in önünden başlar yarışa. zenon, aşil’in kaplumbağayı katiyen yakalayamayacağını savunur. gerçekten de aşil’in kaplumbağayı yakalayabilmesi için, önce kaplumbağanın yarışa başladığı ilk noktaya erişmesi gerekmektedir. aşil bu noktaya eriştiğindeyse, kaplumbağa biraz daha ilerde olacaktır. şimdi aşil, kaplumbağanın bulunduğu bu yeni noktaya erişmelidir. aşil, kaplumbağanın bulunduğu bu yeni noktaya vardığındaysa, kaplumbağa biraz daha ilerde olacaktır, çünkü kaplumbağa durmamaktadır. bu böyle sürer gider ve aşil kaplumbağaya hiçbir zaman erişemez. zenon'un bu paradoksunda debussy kendini aşil gibi görüyordu. dönemin bu en büyük müzisyeni tatminsizken kendini adeta delirmiş hissediyor, ellerini arkasına bağlamış, ahşap duvarlarında gıcırdayan ayak sesleriyle bir yukarı bir aşağı dolanıyordu. bu sırada bahçesinde çan sesini andıran bir uğultuyla tatsız ifadesi debussy'nin olgun ve mutsuz yüzünde tıpkı parlak bir göğün üzerinden geçen sis kalıntıları gibi bir anda daha sıkıca belirip kayboldu. günün büyük bir bölümünde piyanosunun başındayken olduğundan biraz daha zayıftı; kül rengi, keskin, her şeyi okur gözlerinde korku anlamı belirmişti. ağır ayakları onu çalışma odasına, yarı açık penceresinin eşiğine götürüyordu. bütün gün hava çok sıcaktı, bir yerlerde fırtınaya hazırlanıyordu, ama ay dolunca ışığını bahçedeki toprağa ve olgun yaprakların üzerine püskürtmüştü. işte orada ışıkların altında yirmi-yimi beş yaşlarında sessizce ardını kontrol ederek dolanan bir genç gördü debussy. çevik bir hamleyle röpteşembırının üstüne giydiği paltosuyla palas pandıras indi aşağıya, endişe ve merakla, aynı zamanda septik bir ifadeyle koşarayak seslendi çocuğa:
- vay edepsiz! dur orada! kimsin sen?
- özür dilerim bay debussy, henüz kim olduğumu ben bile bilmiyorum.
debussy, bir dizi günlük çalışmasının çocuğun ellerinde sallandığını gördüğünde şaşkınlığa uğramış, elleri istemsizce öne kaymış, rüzgarla oynaşan kağıtlara alegorik biçimde uzanmaya çalışıyordu ki, kendini kontroledilemez, ritmik bir koşuşturmanın içinde buldu. hırsız:
- spor yapmak sağlığınıza iyi gelecektir ve şimdi söyleyeceğimi unutmayın ki, bu şişko göbeğinizi yenisiyle değiştirdiğinizde bayanlara karşı şansınız fazlasıyla artacaktır.
çocuk, fazlasıyla kelimesini öyle haşin kullanmıştı ki, debussy bir an göbeğini yokladı. hırsız devam etti:
- saygısızlık etmek istemem ama efendim, bu göbekle beni yakalamanız mümkün değil. ancak bir kaplumbağaya rakip olabilirsiniz.
bana sorarsanız, zenon'un paradoksunu bu an tekrardan hatırlamak böylesine şaşkın ve hantal durumdayken debussy için işleri çok daha zorlaştırmaktan başka bir işe yaramazdı. o da bir ucundan dokunduğu bu hikayeyi sobanın kızgın olduğunu elini bastırdığı anda fark edip çeken bir insanın yaptığı gibi aceleyle geri çevirmişti:
- okulda atletizm takımına seçilmiştim.
- nasıl seçildiğinizi tahmin edebiliyorum efendim. olduğunuz yerde dursanız bile göbeğiniz finişi görür.
- vay edepsiz.
debussy anlık öfkenin verdiği güçle gayretlice kovalamaya devam etmesine rağmen alaycı tavırla koşan hırsız peşinde başarı sağlayamayacak gibiydi. ne ara bir adım atsa çocuk da onunla beraber atıyor, durduğunda aynı şekilde çocuk da duruyordu. ayın gecenin üstüne çöken sisleri şeffaflaştırdığı mesafelere doğru ilerliyor, hırsızı en azından cismen yakalamaya çabalıyordu. kendi yüzüne, davranışlarına, yürüyüşündeki yapmacılığın biçimi oturmuştu. yorgunluk ve uyuşukluğuyla daha önce hiç olmadığını hissettiği duyguyla, başkalarında bıraktığı etkiyi düşünmeye bile vakti olmayan hem hoş hem de ilginç bir işle uğraşan birini andıran çocuğa dikkat kesilmeye gayret ediyordu. çocuk, sanki bir hırsız gibi değil, birlikte belirli bir amaca hizmet ettikleri takım arkadaşına yaklaşır gibi: ''isterseniz bir tütün molası verin efendim. sizi beklerim'' diyordu. debussy: ''boşver. nasılsa hırsız peşinde koşmaya çıkarken yanıma almayı unutmuşumdur'' diyerek kendini gayretinden alıkoyan düşüncelerine karşı savundu. çocuk cebinden çıkardığı tütünü debussy'e uzatttı:
- isterseniz bende var efendim.
- senin malına ihtiyacım yok. devam edeceğim.
- aslına bakarsanız beni şaşırtıyorsunuz. hantal vücudunuza rağmen müthiş bir özveri gösteriyorsunuz. çabanızı takdir ediyorum.
- sen dalga geç bakalım ibibik kuşu.
- aynı familyadan olmamıza sevindim. keza bir baykuşun endamını hatırlatıyorsunuz.
koşuşturma alaycı tavırlarla tetikleniyor, debussy'in ümitsizliğe kapıldığını fark ettiği her an molaya giriyordu. debussy, halkın pek çoğunun ona büyük bir saygıyla yaklaştığını, kendilerinden de, başka insanlardan da apayrı bir varlık olarak gördüklerini, bu yüzden onu çok sevdiklerini bilirdi. böyle durumlarda kendisi de insanlara sevecenlik ve canayakınlılıkla davranırdı. şu durumda ne kadar alaycı bir ilerleyiş olursa olsun, debussy, bu çocuğun belki onu seven, belki de onu taklit etmeye çalışan biri olabileceğini düşündü. ne vakit bu düşüncelerinden kurtulup onun bir hırsız olduğu aklına geliyor o an zihnini temizliyordu. böylelikle kendilerini pont des arts köprüsüne ulaşmış bulduklarında köprü üzerinde durdular.
- ne harika bir manzara değil mi efendim? dokuzuncu senfoniyi çalmak ister miydiniz?
- sanırım seni yakalayamayacağım.
- haklısınız. beni yakalamanız gerçekten de bir mucize olur. hem bütün bunlara ne gerek var? baksanıza daha yeni tanıştık ama gördüğünüz gibi şimdiden aramıza bir mesafe koymuş gibi görünüyoruz.
debussy sormadan duramayıp ''bunu yaparak eline ne geçecek?'' dediğinde, çocuk elindeki la mer, iberia, masques, nocturnes'ten oluşan eserleri hafif bir tebessüm ve ağır bir pişkinlikle sallıyordu:
- pekiyi, hadi gelin alın.
- verecek misin yani?
- tabii ki efendim. ne de olsa sizin malınız.
- o zaman bütün fransa'yı bana ne diye turlattın be... densiz!
- bay debussy'le pont neuf'u izlemek herkese nasip olmaz.
- bunun için hırsızlık yapman gerekmezdi. telefon edip anlamsız bir buluşma ayarlamaya çalışabilirdin.
- çağımızda sanatçıların ancak kendileriyle ilgili meselelerde duyarlı olduklarını duymuştum. sizi ayrı bir kefeye koymak gerek efendim. baksanıza, bu eşsiz manzarayı benimle birlikte izlemek için nasıl da koşa koşa geldiniz.
- ukalalığı bırak.
debussy, tedirginlikle yorgun bacaklarını sırayla öne atıp ağır adımlarla ona doğru yaklaşırken ani bir fırtına tüm köprüyü sallamaya başladı. debussy'nin yüzü gerildi, şaşkınlıkla dudakları çekilip titredi. şimdi büsbütün kontrolsüzken, inanılması güç ama bununla birlikte debussy ve hırsız arkadaşı uçuşmaya başladılar. sis bulutları ayın yüzünü çirkince griye boyamıştı, notalar artık köprü üzerinde karmaşık melodiler oluşturuyordu ve debussy şaşkınlıkla bulutların tepesine çıkarken nocturnes'in tüm notaları kendisine elveda ediyordu.

****

eğer debussy'i chez georges'de kahvesini içerken tedirgin görenlerin onun bu sabahki rüyasından haberleri olmuş olsaydı durumu biraz daha anlayışla kavrayacaklarından şüphe olunmazdı. keza kendisi suç işlemiş bir çocuğun kendini ele veren masumluğuyla -debussy kendini beceriksiz hissettiği zamanlar sık sık bu tür değişik psiklojilere kapılırdı- bir yandan kahvesini usulca yudumlarken diğer yandan da temkinli tavrıyla notaların tozunu almaya koyuldu. le mouv'da çalan 2. piyano sonatı- 3. bölüm'le birlikte yan masadaki napoleon bonaparte hayranı ihtiyar hırlamaya başladı:
- tanrı fransa'nın taşaklarına zeval vermesin!
debussy, beklenmedik sıkıcı bir muhabbetin içine giriyor olduğunu farkettiği sırada ihtiyar, takma dişlerini ağzında ustaca oynatarak:
- cenazemde marche funébre yerine mozart'ın requiem'ini çaldıracağım. bunu şimdiden vasiyet ettim bile. biliyor musun, chopin de böyle yapmıştı. ama şundan kesinlikle eminim ki, fransızlar mutlaka daha iyilerini yaratacaklardır. bonapart'ın dediği gibi: bunun için bir paris gecesi yeterli olacaktır.
yan masadan buna istemsizce tebessüm edilince ihtiyar fırsatı kaçırmaksızın: ''sen bonapart hakkında ne düşünüyorsun evlat?'' diye sorduğunda debussy elini cüzdanına atmış hesabı ödemeyi düşünüyordu ki, ihtiyar devam etti:
- bonapart'ın savaş stratejilerini kendimi bildim bileli kişisel hayatıma uygulayarak yaşadım. onun askeri alanda belirgin bir teorisi olmadığını söylerler. diyebilirim ki, napolyon'u bonapart yapan da işte budur. onun askeri başarıları, sağlam bir askeri teorik yaklaşım çerçevesinde hazırlanmış planlara değil, savaş alanındaki hareket tarzına bağlıdır. seksen yıl boyunca plandan hep uzak durdum, kendimi değişen, bu değişim içerisinde sürekli yenileyen hayata ve bu hayatın damarlarında, iliklerinde kanlı canlı yaşayan zamana bıraktım. parametrelerin planlarının dışına ittikleri insanların o anda nasıl da yolunmuş tavuk gibi çaresiz kaldıklarında derbederce hayal kırıklarının etrafında çırpındıklarını üzüntüyle izledim. şimdi gözlerim pek iyi görmese de hala evime giderken doğru adımları atabiliyorum. böylelikle yaşadığım hiçbir şeyden -bu benim yararıma ya da zararıma olsa da- pişmanlık duymadım...siz ne düşünüyorsunuz bayım? ah, lütfen bu konçertoyu değiştirin mösyö, öylesine hafif ki, iyi duyamıyorum.
debussy, dünkü tatminsizliğinin kırgınlığıyla içine bastırılmış duygularıyla boğazını temizledi ve bu ihtiyarın herbir kırışıklığında yakaladığı mutsuzluk anlatımını okuyarak radyo frekansları arasındaki dalgalar eşliğinde kahvesinden son yudumunu aldı. lavabo izni istemeden birkaç laf etmesi gerektiğini düşünerek tekrar iyice baktı ihtiyarın yüzüne -ah, az önce söyledikleriyle bu surat hiç uyuşmuyordu birbirine- yavaş yavaş konuştu: ''belirli bir plan dahilinde olmaksızın anlık yaşamanın bizi kendi monotonluğuna çeken zamana karşı bizi yaşam sıkıntısından, gelecek kaygısından biraz olsun uzak tutan, evrende sadece basit bir noktadan ibaret olduğumuzu düşündüğümüzde yaşama tutunmak için delicesine hırsla sebepler aradığımızda ihtiyacımız olan ruhsal direnci sağlayan bir yöntem olduğu konusunda size katılıyorum. fakat, buna da iyi planlaşmış bir akılla ulaştığımızı göz ardı edemem... izin verirseniz lavaboya uğramalıyım mösyö?'' diyerek izin alıp kalktı.
chez georges'da radyo frekanslarıyla ilgili yaşanan sıkıntıdan sonra mösyö abraham moskova'dan getirtiği, kullanmaya pek kıyamadığı, göz nuru, daima el üstünde, aynı zamanda el altında tuttuğu pikabını çıkarttı ve içine karısının geçen yaz yvelines'te sanat pazarından çok cüzzi bir rakama aldığı bir plağı yerleştirdi. chez georges sakin bir pazar günü geçiriyordu; aile bölümünde öğle yemeği için acele eden bir çift yemeklerini bekliyorlardı. minyon yüzlü, yanakları hafif kırmızı, bacakları uzun, buna rağmen gövdesi biraz kısa, (muhtemelen iki-üç yıl kadar önce evlenmiş olmalılardı) genç kadın ikizlerini kontrol etmenin hazıyla, ağabeyinin yakasından çeken küçük sarışın kızının dağılmış saçlarını topluyor; sakince cebinden çıkardığı deftere bir takım notlar alan, saçları özenle taranmış, ince suratlı, deniz subayı kocasının ceketinin üst dış cebindeki mendilini düzeltiyordu. yan masada az önce yanağını hafif dışa doğru çekip nişanlısının ince, beyaz, narin ellerini yumuşakça kavrayan redingotlu bir adam tüm nazikliğiyle damının en uygun biçimde oturabilmesi için sandalyeyi adeta milimetrik hesaplarla ayarlamaya çalışıyordu. antre bölümünde iki yaşlı bayan kendilerine köşede küçük bir masa bulmuşlar, yeni bir komedyadan şarkılar, günün nükteli sözleri, en seçme skandallar ve dedikodulardan büyük bir açlıkla bahsediyorlardı. ne vakit biri okuduğu bir nükteye kahkahalar atsa diğeri onun bir ses daha üzerine çıkmaya çalışıyor, sık sık yorulduklarını fark ettiklerinde derin nefesler alıp mirket dikkatiyle etrafı kolaçan edip sonra önlerine eğiliyorlardı. ihtiyarın, evinin penceresinden, müdahaleden uzakta birinin sokakta cereyan eden bir kavgayı heyecanla izlemesi gibi burada olup biteni gözlemlerken hayalinde geçmiş aile yaşantısıyla ilgili sayısız sahneler canlanıyordu. bu hayalleri zihninden kovmaya, onları saklamaya çalışırken bu sırada debussy lavabodan çıkıyordu. masasının hemen yanından geçerken herhangi ricası olup olmadığını soran abraham'a doğru uzanarak: ''üç dakika kırk iki saniye.. bu süre, ne işemek için kısa, ne de fırtlamak için uzun bir süredir. bu bakımdan bu beyefendi ya çok yavaş işemiş, ya da hızlı fırtlamış olmalı'' dedi. ihtiyar yeni tanıştığı bu beyefendinin kendi masasına doğru yaklaşırken iyi yürekli, cesur, kararlı, mert ve yüksek karakterli olduğunu düşünmüş, böyle olduğuna kesinkes inanmıştı. ''ne asil bir adam, az ama öz konuşuyor. tam bir fransız'' diye geçirdi içinden. debussy, abraham'a doğru hafifçe eğilerek: ''lavabonuz harika mösyö, fakat musluğunuzda bir sorun olmalı'' deyip oturdu. abraham: ''kusura bakmayın efendim, hemen baktırıyorum'' diye karşılık verip uzaklaştı.
ihtiyar doğruldu, birkaç dakikadır duyduğu müziğin etkisini şimdi fark eder olmuş, gözlerini biraz kısıp, başını yavaşça iki yana sallayarak: ''ne hoş bir eser, daha önce hiç duymamıştım '' diye mırıldandı. debussy: '' clair de lune. fransız bir besteciye aittir'' dedi. ihtiyarın baştan aşağı kalın çizgilerle kaplı, yorgun, zayıf, sarımtrak yüzü aydınlandı, ''ne hoş, ne kadar hoş'' diye başını anlamlıca yukarı aşağı salladı. nasıl ki, küçük bir çocuk canı yandığı zaman acısını dindireceğini düşünerek anne babasının yanına koşar -çünkü onlar ebeveynlerinin bu konuda beceriden yoksun olduğuna inanmazlar- bu ihtiyar adam da bir-iki saat öncesinden bulunduğu ana doğru, üstelik az önce ne kadar hoş diye hislendiği müziğin onu gayet etkileyen bu adama ait olduğunu bilmeden sırnaşıyordu. debussy, bu yalnız, duygu yüklü adamın yüz anlatımında şimdi ona çok daha uyumlu bir ifade okuyordu. işte tam da bu anda kendini gerçekleştirmiş hissedercesine toparlandığında ve sıkıntılı düşüncelerinden atmosferden çıkan uzay aracının modülünü bırakması gibi büsbütün kurtulduğunu hissederek sanatçılara özgü becerilerin ilhamını bizzat hayatın içinden, küçük detaylarda gizlenmiş parçalardan, ayırt etmeksizin herbir insan maneviyatının uçsuz bucaksız zenginliğinden aldığını hatırlıyordu. güvenini geri kazandığında sanatsal zekasını da, manevi huzurunu da geri kazanmıştı. aklına bambaşka bir fikir gelmişçesine çabucak hazırlanıp abraham'ın yanına doğru ilerlediği sırada ihtiyar onu fark etmemiş, deniz subayının küçük sarışın kızıyla şakalaşmaktaydı. yaşlı adam bakışlarını küçük kızın parlak, iri gözlerine çevirmiş baş parmağı burnu üzerinde diğer parmaklarını sallıyordu. biraz sonra debussy'nin sesiyle anlık bir hareketle dönüp abraham'la iştahla tartıştıklarını gördü. debussy hızlı hızlı konuşuyor, kararlılıkla söylediklerini abraham'ın kıpkırmızı olmuş suratında hayrete ve şaşkınlıkla kabuledilemez telkinlere dönüştüğünü, bunun ufak çapta bir lavabo krizi olabileceğini sanıyordu. başını tekrar çevirdiğinde oyun arkadaşı tüm tatlılığıyla ona az önceki hareketinin karşılığını veriyordu.
bildiğimiz kadarıyla "telif hakkı" ilk kez debussy tarafından gündeme taşınır. paris'in bir restoranında yemek yerken kendi eserlerinin çalındığını görür ve kızar. restoran sahibi, yediği yemeklerin ücretini istediği zaman o kararlılıkla ödemeyeceğini, çünkü kendi yaptığı eserlerle para kazanırken kendisine sorulmadığını, bu yüzden eserlerinden kazanılan gelirin yediği yemeklerin karşılığı olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. bu düşünceye itiraz eden restoran sahibi cevabını mahkemede alır ve adalet, claude achille debussy'yi haklı bulur.*

24.6.12

insan ne ile yaşar?

tüm şehrin içkileri tükendi, orospuları sikilip bir yatak çarşafının desenine motif yapıldı, çocuklar vakur neşelendi, kocakarılar sert dil darbeleriyle tüyleri yutuverdi, adamlar pazuları kavanoza üfürdü gitti, hayvanlar sandallara yüklenip denize açıldı, eğlence bitti; şimdi.. tam da saat, bir gece cümlesinin gizli öznesi olmayı en hak eder rakamda durdu, dil çıkarıp tebessüm etti; şimdi.. şuan burası tüm gezegenin karasını kucaklayarak içine gömmeye hazır karadelik; pederşahi tüm geçmişiyle; sağlam, sert, kaybetmemiş, kaybetmeyecek, amına konulası etnik faşist, saygıdeğer de, kaygı uyandırmaz da, tam bir iblis tam bir göt oğlanı tam bir sadist.. burası seksenlik bakire vajinismusu.

bi çay kap gel, dedi galip usta bizim çırağa. eleman fırladı çayları kapmaya. galip usta, ne zaman biri çay kapmaya gitse umumiyetle gazetelerin at yarışları sayfasının favori atlarını otlatmakla geçirirdi süreci. seyrek saçlar, geniş ekran alın, robert redford gözler, tabanı çökük ucu sivri burun -adeta bir iskarpin ayakkabıydı burun- bal dudak, yassı çene; onun şişman vücudunun büstüydü hepsi. bu ikilemde kalmalarımdan bıktım usandım artıkın, diyordu içinden sürekli. beklenmedik bir çabuklukla fırlattı gazeteyi yere. gözleri her yeri tarıyor ama hiçbir şeyi net izlemiyordu. hani kendisini tanımasa delirdiğini düşünebilirdi. yaslandı sandalyesine, indirdi kafasını aşağıya. belki de yıllardır kendiyle hep ertelediği ya da hiç umursamadığı toplantısını yapıyordu. bu toplantını onur konukları dikkati ve mantığıydı. ah, şimdi de yine her yere geç kalan duyguları da geliyordu. ''nedir ulan benim konumum? ne yapıyorum ben, neden buradayım? altmış iki yıldır şans oyunları oynuyorum ama hala musluk tamir ediyorum.'' galip usta, kendi dünyasından tanrının dünyasına baktığı zamanlar sistemleri eleştirmezdi asla, modern hayatın iki metre gerisinden gelirdi, aitliğine bağlıydı, yaşamdan ne keyif alırdı ne de sıkılırdı. çok fazla algoritma problemi çözmedi ama zamanında kerhanelerde öğrendi hayatın manasını. 'hiç'çiydi. ''lanet olasıcası atlar ya kötü otlarla besleniyorlar ya da düzenli uyumuyorlar.'' bir düşünceye, bir fikre, bir akla uzun bir sürece bağlı kalamazdı galip usta. bu yüzden, hayatının en yalnızbaşına, en ucuaçık, en önemli toplantısında aşması gereken bir konu olduğunu fark etti: ''maymun iştahlıyım ben. benim sorunum bu. yarım bıraktığım işlerden bir yol çizsek kırıkkale sınırlarını yedi defa arşınlardık. madame bovary'i otuz ikinci sayfasında bırakalı anlamalıydım böyle olacağını. sadece üç şeye tutkunum; musluklar, atlar ve karım. aman allahım, cuma namazının son sünnetlerini bile kılmadığım ne çok hafta olmuştur!''
dün akşam mideyi bozmuştu bozmasına ama bu tedirginliği, telaşı ondan değildi. elektrik ve su faturalarını günü gününe öder, işini olabildiğince itinayla ve çabuklukta bitirir, yatakta üç dakikadan evvel boşalır, esnafa katiyyen borç yapmaz, ahaliyle iyi ilişkilerini sürdürmek için samimiyetinden ödün verdiği çok olurdu. galiba galip usta 'suya sabuna dokunmayan yılandı.' o yüzden bin yaşardı. bugünse, yolunda gitmeyen bir şeyler aramasının vakti geldiğini hissetmişti, o kadar. ilk akla çarpan da doğal olarak önünde yıllardır bulunan at yarışı sayfalarıydı. bugüne dek, kaybettiği yarışlara harcadığı parayı birleştirip yol yapsa kırıkkale'nin sınırlarını bile kaydırabilirdi. aklının fikrinin öylesine karışık olduğu bu anlarda eleman kaptığı çayla geri geldi: ''uzaylılar gelmiş usta, seni soruyorlar.''

biraz düşünmek için bir kenara oturmuştum. orada otururken on bir ya da on iki yaşında bir çocuk geldi. bir şeyler arıyordu. buldu da. onu birkaç yüz metre uzaklıkta bir taş ocağına götürdüm. onu orada bıraktım, ama önce tecavüz ettim, sonra da öldürdüm. onu bıraktığım sırada beyni kulaklarından çıkıyordu ve asla bundan daha ölü olamazdı.

carl, hücresinde yirmi bir cinayeti geride bırakmış birinin duygularına sahip değilmişcesine görgülüydü şimdi. keza, görgüsüzlüğe kapılacak pek bir şeyi yoktu bu karanlıkta. karanlık! hiç hoşlanmazdı bu amına konulası zifiriliklerden. küçük bir çocukken uğradığı tecavüzden beridir bu böyleydi. artık çocukları gibi baktığı, gözünden sakındığı nefretiyle öfkesini yanına yatırmış, nasır tutmuş elleriyle sıvazlıyordu onları. asılmasına çok az kalmıştı...

8 yaşındaydım. mahallemde insanlar her sabah erken kalkıp işlerine giderler, öğle yemeklerini aksatmazlar, akşam erkenden eve dönerler, çocukları devletin istediği gibi nazik, hoşgörülü ve disiplinli yetiştirilir, kadınlar ev işlerini aksatmazlar, yaşlılar ölüme en yakın kesim oldukları için daha fazla ibadet edip, gençken işledikleri günahlarından yırtmaya çalışırlardı. şöyle bir bakarsanız, bu mahallede aslında nerede ve ne yaptıklarını bilen bir tek kişi bile yoktu. makineleşmiş yaşamlarının içinde bir eksiklik vardı ve fark edilemiyordu. düzenin dışına taşan her neyse onlar için mide bulandırıcı, sapıkça, çoluk çocuktan uzak tutulası, dışlanası, terk edilesi, siktir edilesi, ötekileştirilesiydi. bense, onlara bu gaddarlığın hangi koşullarda oluşması gerektiğini gösterecek kişi, dünyanın en yalnız insanıydım ve bir köşe başında sigaramın son fırtlarında aklımda gözüme kestirdiğim birayı nasıl çalmam gerektiğiyle ilgili planlarla doluydum. sarhoşken daha zekiydim. ilkini kolayca çaldım, ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü ve kulağımda yerinde durmayan iki parmakla enselendim.
SENİ OROSPU ÇOCUĞU!

şişeyi kafasında kırıp kaçtım. ilk cezamı birkaç saat sonrası yakalandığımda almıştım. o gün yaşam hislerini kaybetmiş insanların mallarını bu kadar önemsemeleri hakkında düşünüp daha fazlasını yapmam gerektiğini anlamıştım ve üç yıl içinde bir ustaya dönüştüm. nihayet yakalandığımda bir ıslahevine gönderildim. orospu çocuklarının toplandıkları yer. yeni orospu çocuğuna merhaba deyin! orada mahkumiyetliğimin en sıkıcı zamanlarını geçirdim diyebilirim. her gece ışıkları kapatıyorlar ve ses çıkarmıyorlardı. bunu bozmak için bir gece usulca süzülüp binalardan birini ateşe verdim. böylece dönüp orada rahatça uyuyamadığım tek geceydi. on üç yaşımda kallavi bir suç işleme birikimine sahip olarak ve annemin gözetimi altında kalmam şartıyla bırakıldım. o günlerde annem tam bir fahişe olmuştu. her gece başka bir herifle sikişiyor, para kazanıyordu. bazı geceler kapının ağzından izlerdim onu. sanırım annemin fahişe olması erkeklerle yattığından değil de, seksten zevk almamasından kaynaklanıyordu. her neyse, bu yaşama alışamadım ve evden kaçtım. o gün, bir trenin vagonunda dört serserinin tecavüzüne uğradığım gündü.
ÇABUK SİK! VARMAK ÜZEREYİZ.

oracıkta o kadar yok hissetmiştim ki kendimi dünyadan, bir tek gözyaşı bile dökemedim. banliyöde indiklerinde neşeli hallerini izlerken hayatımın felsefesini elle tutulur biçimde görüyordum: güç ve kudret her şeyi doğru kılar. on altı yaşında orduya katıldım. sekizimde gözlemlediğim makinelerin hazırlanıp servis edileceği yerdi burası ve bana ait değildi. çavuşun göğsüne çatalı batırdığım gün acilen askeri mahkemeye çıkarıldım ve üç yıl yedim. bu sürede beni ben yapan her şeyin bir kısım bile benliğimden uzaklaşmadığını, aksine lanet ve mükemmel hislerimi olgunlaştırdığını gördükçe sürekli çoğalan bir yaşama isteğine, özgürlük tutkusuna sarpa sarıldım. sayılı gün ne çabuk ne de yavaş geçti. bence zihinsel olarak en formda olduğum dönemde çıktım ve dünyayı dolaşmaya başladım; avrupa, afrika, güney amerika ve daha sonra amerika'ya döndüm, arkamda bir sürü ceset tarafından uğurlanarak..

galip usta inanılmaz bir parmak hareketiyle bardağı döndürüp kaynar çayı üç fırtta fondipledi. eleman şaşakaldı. yedi metreyi dört adımda geçerek kapıdan çıkıverdi. uzaylılar mahallenin tüccarlık yapan ailesiydi. nedendir bilinmez; belki bir takım illegal işlerle sert bir imaja sahip olduklarından, belki de sima olarak dededen toruna birbirlerinin kopyaları olduklarından uzaylılar olarak ün yapmışlardı. galip usta baba e.t.'nin yanına vardı. ''selamün aleyküm hüseyin efendi.''

- ve aleyküm selam galip usta. nasılsın bakalım?
- sağolasın. hava da pek sıcak bugün.
- hiç sorma, çoluk çocuk evde duramaz olduk. ben de geçen hanıma açtım: bu hafta yazlığa kaçalım, diye.
- he, iyi etmişiniz. valla biz de düşünüyoruz amma önce bir yazlık almak icap eder.
- alemsin galip usta. ne diyeceğim sana: bizim şu kiracı öğrenciler.. dün bana geldiler, taharet musluğu mu ne, bozukmuş. biz onu yaptıracağız, kiradan düşeriz, dediler. ben de dedim ki, benim bir tanıdık var. he. (bir yandan mendiliyle alnını silmektedir) galip usta! çok da maharetlidir eli ve öyle bir tamir eder ki, yüz yıl aşınmaz. onu yollarım dediydim. bir bakıverirsin ustam, he?
- hallederiz.
- ne oldu senin atlar?

galip usta, alaycı şakalı sorulara otomatikleştirmiş olduğu ağzını açmadan gülüşüyle mimik etmede bir dünya yıldızıydı. e.t., adam sen de! manasında bir el hareketiyle karşılık verip uzaklaştı.

***

galip usta, bir bardak kola istirham ettiği öğrenciyi beklerken kahvehanedeki düşüncelerine daldı. öğlen koşulacak yarışları ve buradaki işini değişimli olarak aklından geçiriyordu. ''yıllardır kaybetmeye alıştım ama kazanmaya da alıştım. şansımın pek yaver gittiğini söyleyemem, fakat aile yaşantımdan da memnunum. kumarda kaybedenin aşkta kazanmasıdır benim durumum. aslında bunun üzülmeye değer pek bir tarafı da yok. çünkü ne yapıyorsam sevdiğimden dolayı yapıyorum. şu musluğu tamir ederken ne denli kendimi gerçekleştiriyor hissediyorum, baksana. bugünkü düşüncelerim kapımı çalmakta haklıydılar ve belli ki geç de kalmışlardı. bana halimi hatrımı sormanın ötesinde bir şey de söylemediler esasında. evet, tamamen böyle olmalı. hiçbir kimseye zararım yoktur, yararım olması da şart değildir. mutluysam, ki mutluyum, kendimi sevmemem için bir neden yoktur.'' başını hafif kaldırarak:
''sen kendini mi daha çok seversin, başkasını mı evlat?''

- karşımdakine bağlı bu.. çoğu zaman kendimi ama bazen de en nefret ettiğim kişi kendim olabiliyorum. bence insan kendini sevmezse başkasını sevemez.
- ben her zaman karşımdakini daha çok sevdim.
- kendinizi sevmiyor musunuz?
- ortalamadan az. beşte iki diyeyim sana.
- benim söylediğim şey kendini sevmekle alakalıydı. siz seviyormuşsunuz kendinizi.
- ortalama bir insanın sevdiğinden az, galiba.
- bunu gerçekten ölçemeyiz sanırım.
- aman, zor bir şey değildir. ben altmış iki yaşındayım, şimdiye dek yüzlerce insanla yüz göz olmuşumdur. bir insanın kendini ne kadar sevdiğini anlayabilirsin, hem de üç dakikalık bir muhabbetin ardından. buradan ortalama çıkarman da kolay oluyor işte.
- nasıl anlayabiliyorsunuz üç dakikada? sanki tek bir duygumuz var gibi konuşuyorsunuz. insanın oraya gelene kadarki psikolojisi her şeyi değiştirebilir. ben bugün kendimi daha az seviyorum, dün daha fazla seviyordum. biz bugün tanıştık ve siz yanıldınız?
- ama evlat, kendini ya seversin ya sevmezsin. bunun bir geneli olur.
- dakika başı değişiyoruz usta, dakika başı.
- kendini sevmeyen insanla sevenin özgüveni arasında dağlar kadar fark olur. bir insanın özgüvenini de anlayabilirsin. değişebiliriz, haklısın ama bu kadar kısa zamanlı mı?
- belki de bizim nesil sık değişiyor.
- musluklar gibi. iyice sıkıştırmak gerek.

galip usta, öylesine halden anlar ve tevazulu bir vücut diliyle konuşuyordu ki, üçüncü sınıf hukuk öğrencisi pek hoşlanmıştı onun bu hem işini yapar hem de konuşabilir halinden. devam etmek istedi:

- sizce kendini daha çok sevmek kötü müdür?
- değildir elbet. bu da kişiye bağlıdır. yanlış kişiyse eğer hoş değildir.
- hani derler ya, zeki insanlar mutludur, diye. bence bu doğru değil. zeki insanlar mutsuzdur.
- mutlu zekiler yok mudur?
- vardır tabii. bak mesela kafka'ya, nietzsche'ye..
- zeki insanlar mutludur.. burada mutlu insanlara bir ünvan var, zeki insanlara değil. her kim söylemişse, mutlu olabildikleri için -günümüzde çok fazla mutsuz var- zeki olduklarına kanaat getirmiş. zeki insanlarsa, eğer mutsuzsa onlar, zekaları pek değerli değildir. öyle ki..

derin felsefenin içinden zil sesi çıkarmıştı onları.

1920'de başyapıtımı yarattım. gerçekten karlı bir hırsızlık işine girişmiştim. kendime güzel bir yat satın alıverdim. insanlar ne tuhaf! hem sevgiyi reddederler, hem de peşine giderler! en sevgili yüz ifademle yatıma bedava içki vaadiyle on gemici aldım. amacım onlara gerçek sevgiyi tattırmaktı. bu iyiliğimi unutuvereceklerdi, çünkü hatırlayacak fazla zamanları olmayacaktı. bunu bilmemeleri o kadar hoştu ki, onlardan çok çok az içmeme rağmen hepsinin toplamından daha fazla eğleniyordum. bana minnetlerini sunuyorlardı. bu da çok tuhaftı. bir an onlara acıdım. ama aslında acıdığım mutsuz sonlarıydı. kör kütük sarhoş olup sızdıklarında hepsine tecavüz ettim ve başlarına birer kurşun sıktım. cesetleri denize atıp yoluma devam ettim. daha sonra bir ticaret gemisinde tayfa olarak afrika'ya tekrar gittim. burada timsah avlamak için sekiz hamal kiraladım. bu pis zencileri öldürüp tecavüz ettim ve leşlerini timsahlara verdim. mutluluğun resmini görüyordum. daha sonra amerika'ya döndüm. öldürmekten bir süre sıkıldığımdan ve artık taşaklarıma dönem dönem ağrılar girmeye başladığından sadece hırsızlık yapmaya karar verdim; çaldım, çaldım, çaldım. kendime beethoven adını takmıştım. insanların meğerse sanata hiç saygısı kalmadığından yakalanıp yirmi yıl cezaya çarptırıldım ve tarih tekerrür'cesine yeniden içeri girdim:
BENİ BURADA İLK RAHATSIZ EDEN ADAMI ÖLDÜRECEĞİM!

bir yıl sonra dediğimi yaptım, çamaşırhanenin ustabaşısının kafasını parçaladım ve şimdi buradayım.

carl, asılacağı gün hücresinin ufaktan aydınlanmaya başlamasıyla birlikte doğruldu. anal seks yaptığı onca küçük çocuğa ettiği kötülük, şimdi tiksintiyi uyandıran bir duygu uyandırıyordu içinde. boğulmak üzere olan bir insanın, ona sarılmış, onu dibe çeken bir insandan kendini kurtardığı anda ona duyabileceği duygunun aynıydı bu duygu. ''öteki adam boğulmuştur. elbette iyi bir şey değildir bu.'' ama tek kurtuluşu, bu son anlarında bunu düşünmemekti. bu sapıklığıyla ilgili onu avutan bir düşünce kendisiyle iyice bozuşmasının ilk anlarında gelmişti aklına. şimdi de geçmişi her şeyiyle anımsadığı zamanlar aynı düşünce geliyordu aklına. ''elimde olmadan öldürdüm onları. tanrı beni bu şekilde yaratmış. duygularımın ayarlarını kendim kurmadım. bu sevgisiz dünyanın kendi rolünü oynayan bir oyuncusuyum, ne diye mutsuz olacakmışım ki! evet ben de acı çektim, dünyada en çok değer verdiğim şeylerden yoksun ettim kendimi. kötü şeyler yaptım. bunun için de mutlu olmak ve öyle ölmek istiyorum. yüzkaramın, insanlardan uzak olmamın acısı çekeceğim.''
carl, acı çekmeyi içtenlikle istemesine karşın, çekemiyordu. içindeki en küçük yoğunluktaki sevgi hissini de bir çırpıda sikip attı. az önce düşündüğü her şey birdenbire yok olup gitmiş, aksi yönüne dönmüştü hemen. tekrar kendine geldiğini hissetti: ''hayatım boyunca yirmi bir insan öldürdüm, binlerce kez hırsızlık, soygun yaptım. son olarak en az bin oğlanı (oğlancılık yapmak) taciz ettim. bütün bunlar için birazcık bile üzgün değilim.''

***

cellat, ilmiğini hazırlarken: ''çabuk ol hortumcu piçi, sen aptalca ortalıkta dolaşırken, ben şimdiye kadar bir düzine adamı asmıştım!'' diyerek asıldı.

kapının açılmasıyla galip usta'nın işinin bitmesi bir olmuştu. zaten çok daha önceden bitirmişti bitirmesine ama şu delikanlıyla ettikleri sohbet pek hoşuna gittiğinden öylesine oynatıyordu penseyi. çıkarayak hukukçunun ev arkadaşıyla da tanışmış oldu. ayakkabılarını giyerken ona borçlarının ne kadar olduğunu sordular. on lira verseniz yeter, dedi. bu sırada diğer çocuğun elinde bir kitap görüp sordu: ''ne okuyorsun?''
- tolstoy. insan ne ile yaşar?
- neyle yaşarmış pekiyi?
- sevgiyle usta. sevgiyle.

22.12.11

Mitty Ailesi Yemekte

- hanım, richard nerede?
- odasında, esrar çekiyor.
- akşam yemeğinde herkesi masada görmek istediğimi daha kaç kere söylemem gerekiyor? beş.. dokuz.. on altı.. kaç?
- dokuz mu?
- deli olacağım. zır cinsinden.
- yakınmakta haklısın hayatım fakat richard masanın üstüne vesikalık fotoğrafının bir kopyasını bırakmış. senin düşüncelerine önem veriyor.
- RİCHARD!.. RİCHARD!
- çocuğa bağırma walter. psikolojisini bozucaksın.
- RİCHARD!
- walteer!
- aman be! aman be!.. bu akşam ne sipariş ettin?
- bu akşaaam... bolognesse, yumurtalı sipariş ettim.
- diline sağlık aşkım... richi, o lanet olası esrarı çekme dememiş miydim sana ben!
- yapma walter. çocuk böylece beethoven'ı daha iyi anlayabiliyor. züppeler gibi rap ya da metal dinlemiyor.
- babam da züppeydi virginia.
- baban züppelerin züppesiydi sevgilim.
- şimdi bu iyi mi, kötü mü?
- iyi bebeğim. babanı sevgiyle anmalıyız. haydi, ona dua edelim.
- sevgili ve hoşgörülü tanrım; babam junior danny louis..
- baban junior mıydı senin, ilk defa duyuyorum?
- evet. junior'dı. dedemle aynı isme sahiplerdi. bu yüzden annem bu konuyla çok alay ederdi.
- sen iyi ki de farklı bir isimle ödüllendirilmişsin. yoksa, junior-junior olacaktın.
- sence bu inandırıcı olur muydu...yatak odasında?
- tanrıya dua ederken azmak istemiyorum walter. sevgili babacığımıza dua ediyorduk. lütfen kaldığın yerden devam et.
- babam junior danny louis, hassas ve çalışkan bir adamdı. bana bir fiske vurduğunu bile hatırlamıyorum. çünkü, darbeleri bayıltıcı nitelikte sertti. bunu ayıldığım zamanlar hissedebiliyordum. onu severdim. tüm michigan halkı gibi. esnafla dosttu. yerel yönetimler derneğine en çok parayı bırakan üyelerden biriydi. en azından ilk üç ay. onunla balık tutmaya giderdik, her defasında da... RİCHARD!... her defasında da balık yerine ayakkabı takılırdı oltamıza. sonradan deri işine girdik, biliyor musun hayatım?
- baban mükemmel bir adamdı walter.
- bir keresinde armut ağacına çıkmıştım. babam 'in oradan aşağı, düşeceksin, hergele' diye bağırmıştı ki, hiç unutmam.
- evet.. burada tebrikle anılacak kişi baban değil, sensin hayatım.
- neden?
- böyle enteresan bir olayı hafızanın en işlek köşelerinden birine yerleştirdiğin için.
- o muhteşemdi virginia. bir daha asla böyle bir babaya sahip olamayacağım diye çok üzülüyorum.
- keşke sevgili tonton annen hayatta olsaydı. belki o zaman bir ihtimal olurdu walter.
- kalp spazmı geçirdiğimi hatırlamıyorum walter. sadece nezle oldum ve siz beni şimdiden mezara gömdünüz, ha!
- öyle deme baba. senin için dua ediyorduk.
- siktir lan göt oğlanı.
- RİCHARD!
- bağırma sağır değilim.
- zaten richard'a sesleniyordum babacığım.
- sağır değilim dedim. sağır olmak da istemiyorum. richard'a küçük harflerle seslen.
- richaard!
- geliyorum babacan.
- babacanmış. nereden öğreniyor bu safsataları!
- kıçı boklu bir devlet memurusun walter. torunuma nasıl konuşacağını öğretmeye kalkma sakın.
- baba, virginia'nın yanında böyle söyleme lütfen. kıçımı yıkamayı öğreneli kırk sene oldu.
- adını siktiğimin karısını nereden istediysek sana zaten! annen şu günleri görseydi burnuna maşa sokardı, koca burunlu walter!
- baba!
- babasına soktuğumun..
- richard, ne kadardır sana sesleniyorum, neden cevap vermiyorsun oğlum?
- ne kadardır sesleniyorsun babacan?
- dakikalardır babacan.
- yapma, duymadım. beethoven'ın son senfonilerini dinliyordum, kendimi ayda golf oynarken buldum.
- soktun mu topu deliğe?
- evet büyükbabacan, soktum. üstelik kendimi henry ford olarak gördüm.
- çok esrar çekiyorsun richard. ben kendimi hep danny kaye olarak görürdüm.
- nonoşsun da ondan. bizim zamanımızda öyle mallar vardı ki, ben kendimi hep clint eastwood olarak görürdüm. ben iyiydim. büyükannen kötü. baban da çirkin. annen onunla her gece nasıl sevişiyor, anlamıyorum. koca kulaklı walter.
- koca kulaklı değil baba, koca burunlu.
- bak, artık kendin söylüyorsun.
- isterseniz yemeğe geçelim. julliane bize bolognesse, yumurtalı söylemiş.
- ben yemiyorum o yemeklerden. size afiyet olsun. gece mutfaktan bir şeyler araklarım.

BİTTİ

26.7.11

erwing için 10. boyutu keşfetmek

'BİR GÖZ GEZDİR. SEMPTOMLARA FALAN BAK. BENİ DÜŞÜN TABİİ SEMPTOMLARI OKURKEN. ÇOK ÖNEMLİ BENİM İÇİN. %99 BENDE BUNDAN VAR!'

beraber tool dinlediğim, puding yediğim sevgili arkadaşım erwing'in bilgisayarıma gönderdiği bu iletiyle afyonum patladı. daha yeni masturbasyonlaşmıştım ki, tası tarağı toplayıp, iletinin altındaki linke tıkladım.

- YETİŞKİN ADD.
İŞARETLER, BELİRTİLERİ, ETKİLERİ VE TEDAVİ. -

ADD de neydi? atatürk'çü düşünce derneğinin işareti, belirtisi, etki ve tedavisi de neyin nesiydi? bir dakikaydı! ADD bu değildi. dikkat eksikliği bozukluğuydu. toplumun yüzde 3-5'ini etkileyen ve sıklıkla nörolojik tabanlı bir gelişim bozukluğu olarak kabul ediliyordu. bu bozukluk tipik olarak kendini çocukluk çağında dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik, unutkanlık, tepkilerin kontrolsüzlüğü yahut ani ve dürtüsel tepkiler ve kolayca başka şeylere sapma olarak gösteriliyordu. tırsıtıcı gibi görünse de soğukkanlı karşıladım durumu. erwing'in klavye başında ellerinin titrediğini düşünüyordum.
'e, bende de var add o zaman' dedim.

- sende de mi tutuyor lan yoksa semptomlar, dedi.
- evet.
- peki, bak bende şöyle bir durum var: açıyorum google chrome'u, bir sürü tab açıyorum, bazen 20-30 a yakın, sonra kapamaya başlıyorum. o kadar duramıyorum ki yerimde, bazen aynı siteden iki-üç defa açık kalmış. bazı siterlerde işim yarıda kalmış. bazen facebook'ta statü yazmışım ama bitirmeden başka bir şeye geçmişim ve otuz dakika sonra falan görmüşüm gibi.
- farkedilmeyen maymun iştahlılık işte bu.
- sende de var mı bu?
- farklı şekillerde. otuz tab açmıyorum mesela.
- tamam, o benim ctrl+t'yi bildiğimden kaynaklanıyor olabilir.
- ben mutfağa gitmem gerektiğini algılıyorum tamam mı? beyinsel bir koşullanma oluyor. sonra ne için gideceğimi programlıyorum. mutfağa vardığımda neden orada olduğumu unutuyorum. program siliniyor. sonra geri dönüşüm kutusundan dönüştürme süresince zamanda hatırlıyorum.
- ben bazen resmen ne anlatacağımı unutuyorum. işim gıcık tarafı, anlatırken unutuyorum.
- o işte kesinlikle odaklanma zayıflığından ileri geliyor.
- peki, açıkça konuşmak gerekirse; benim öz güvenim gerçekten bayağı düşük, bu da semptomlardan biri aslında, semptomların getirdiği sorunlardan biri. hatta bazen salak saçma zamanlarda bile vücudum endişe salgılar benim. yani aslında çoğu zaman heyecanlıyımdır ben.
- mesela duş alırken endişeleniyor musun?
- otuz bir dışında bilhassa.
- en azından korkutucu olmayan normların kalıcılığını sürdürüyor!
- ne bileyim, hep bi huzursuzluk harbi var kafamda. mesela, önceleri bir anda deli gibi sinirleniyordum. az telefon kırmadım. bilgisayara kafa attım lan bir kere! her neyse şu son iki yılda on beş-yirmi kere falan bir anda sinirlendiğim oldu ama kendi başıma olduğum için, hep yatıştırmasını öğrenmek zorunda kaldım. iyi de oldu. bir anda deliriveriyordum. çocukken duramazdım, durup durup arkadaşlarıma vururdum, duramazdım yani. sorun bu herhalde, çocukken duramazdım çok sıkılırdım. öyle ki, bu hastalık çocukken daha şiddetli gösterirmiş kendini.
- şimdi sana ilginç bir soru soracağım: böyle, genelde samimiyetsiz insanlarla konuşurken, -bu senin yararına da iyi bir konuşma olabilir, karşındaki çok ciddidir falan ama samimi gelmez sana ya da o an sıkıntılı bir kafadasındır, sorunlu bir kafa, - ki genelde öyleyiz, ben öyleyim en azından.. bir an da o kişinin suratına tükürmek dürtüsü gelir mi içinden? ya da pat diye şaplatmak ağzına?
- ağzına şaplatmak gelir. tükürmeyi pek sevmem.
- ben şaplatmayı da sevmem ama öyle dürtülerim var.
- eğer biri zaten samimiyetsiz gelirse benim gözüme, onu çoğu zaman dinlemem. yani, dinlerim ama siklemem. başka bir kafadayımdır o an. bak yine oldu! biraz önce kalktım bir şey yapacaktım, sonra tuvaletimin geldiğini gördüm. gittim işedim fakat yapacağım şeyi unuttum. siktiğimin add'si!


bu lafla birikte erwing, sanki intihar öncesi son nutkunu atıyordu hayata ve hayat olarak karşısında ben vardım. erwing için tam sikik bir durum. 'sanki hiçbir şey başaramayacakmışım gibi hissediyorum' dedi erwing ve devam etti.

- her zaman umutsuzum ben. ne kadar çok gülmeyi sevsem de diğer gün uyandığımda lanet ediyorum güne. her tarafım ağrıyor. inşaata küfür ediyorum, michigan'daki. bakma, göstermiyorum ama içimde sinir oluyorum dünyaya uyandığmda. tamam belki ağrıyor bi taraflarım ama daha içerilerde bir şey olduğunu düşünüyorum. pesimistliğimin en sade özeti: umutsuzum lan ben! içimde harbiden umutsuzum.

erwing'i severdim. uzun saçları, ot içmediği zamanlardaki bitmeyen enerjisiyle bütünleşir, dalgalanırdı. umumiyetle pantene ile banyo yaptığını düşünürdüm. gülmeden duramazdı. bazen, nasıl bu kadar eğleniyor bu göt, derdim kendime. öyle ki, bu adam, şu anda umutsuzluğunu ifade eden bu herif, daha önceleri bir takım umut etmelerim için beni çaktırmadan gazlayan, teşvik eden, kıskandıran adamdı. onu teskin etmek, bana öğrettiği umutluluğu ona gösterebilmek, onu sakinleştirmek zorundaydım ve ona şunu sordum:

- kaç yıldır umutsuzsun sen hacı?
- kendimi tanıdığımdan beri.
- hadi ya! benim üç-dört sene falan oldu.
- kendimi tanımaktan kanıt içimi tanımak. benimkisi de lise hazırlık dönemlerine rastlıyor. umutsuzdum ama bunu bilmiyordum ilk başlarda. amerika'lıların deyimi ile
quiter'ım ben. yani, oyunbozan da denilebilir. hayatta önüme çıkan her yoldan vazgeçip diğerine geçtim. hep diğer yol daha güzel geldi. müziği bıraktım, basketbolu bıraktım, kaleciliği bıraktım, satrancı bıraktım..
- kaleciliği bırakmamalıydın belki de.
- senin yazılarını bile okumayı bıraktım, ki çok güldüren yazılarını.
- seni aptal herif!
- işte bunun bir yerde son bulması lazım!


tavana bir halat bağlamış olma ihtimali şimdi gerçekten çok yüksekti. onu bir şekilde durdurmanın planlarını yapıyordum. çok hızlı düşünmeye başladım. zzzzzzzz.. mutlak doğrular.. tanrı ve evren.. 4. boyut.. diskopolis.. stephan hawking.. teyzemgiller.. ölüm-yaşam.. uyuşturucular.. hap.. kova.. ot.. ot.. ot.. tool.. stefan graff ve tanrıların arabaları. bir şeyler düşünmüştüm ve tam gaza getirecek bir konuşma yapmaya girişecektim ki, erwing lafa girdi:

- ben sana bir şey diyeyim mi: o kadar umutsuzum ki, kendimi bile öldüremem.
- iyi. bu iyi.. evet.
- neyse senin de başını ağırttım. ağır siktim ama.
- sağlık olsun.


erwing için bir şeyler yapmalıydım. onu umutsuz bir hayattan çekip çıkarmak istiyordum ama bunu nasıl başaracaktım? bir yolu mutlaka olmalıydı. ertesi hafta televizyonda geleceğe dönüş filmine rast gelmemle umut için umudu gördüm. erwing için geçmişe yolculuk yapmaya karar vermem bununla başladı.

geçmişi değiştirmek mümkün olabilir miydi? acilen telefona sarıldım. acaba erwing bu konuda neler düşünüyordu? şu zaman makinesi olayı.. einstein, yer çekimi teorisine göre zaman yolculuğunun en azından prensipte mümkün olduğunu söylemişti. 'evet' dedi, erwing. devam ettim:

- bilim adamları bunun mümkün olamayacağını ispatlamak için çalışıyorlar ama kifayetsiz kalıyorlar günümüzde.
- kedi uzanamadığı ciğere mundar dermiş.
- şimdi, bu durumda bilim adamlarının ve bizlerin en büyük korkusu geçmişe gidip ebeveynlerimizin, dedelerimizin-babaannelerimizin falan canına kıyma mümkünlüğümüz.
bu olasılık var değil mi bu durumda?
- tabii. zaman çizgisi deniyor işte. hatta bir teoriye göre zaman çizgisinden giderken yaptığımız her seçim bizim zaman çizgimizi belirliyor. yani, geçmişe gidip küçük bir seçim değişikliği bütün dünyanın çizgisini etkiliyor dolaylı olarak.
- bu durumda vahim bir noktaya geleceğim. stefan hawking, bu çelişkinin açıklanamadığını öne sürüp şunu demiş: 'pekiyi, gelecekten gelen ziyaretçiler nerede?'
- bunu bilemeyiz bence. belki de hayat çizgimiz çoktan değişti. aslında biz gerçekten olması gereken zamanımızı yaşamıyoruz, bu da olabilir.
- açar mısın?
- bak, zaman çok tehlikeli bir kavram. 4 boyutlu bir şeyi kavrayamayız beyinde. şöyle düşün: biz şu anki hayatımızı yaşıyor olabiliriz ama gelecekte bir makine icat edilip buraya gelen bir kişi küçük bir şeyle hayatları değiştirebilir.
- başka bir boyutta olabileceğimizi mi söylemeye çalışıyorsun?
- 3. boyutta olduğumuz aşikar en azından.
- hawking sorgusunda haklı mı, değil mi?
- bence birazcık hakkı var ama işte zamanla oynamak uzayda sorunlar yaratabileceği için buna kalkışabilirler mi, bilmiyorum.
- hawking, 'gelecekten gelen ziyaretçiler nerede derken' ne demek istiyor peki?
- bize niye söylemiyorsunuz götler tarzında bir çıkışma da olabilir.
- hayır hayır. bu bir sav.
- gelecekten gelen insanlar burada öyle bir teknoloji olmadığı için burada kapana kısılırlardı ve bilirdik onları. işte böyle bir şeyin olmayışı zaman yolculuğunun olmadığını kanıtlamaz ama imkansıza çok yakın bir durumdur. eğer zaman makinesi yapılırsa bundan dört yüz yıl sonra yapılır ancak. kapatma, işeyip geliyorum.


'dört yüz yıl mı! oha! erwing'e yardım etmek için bu kadar bekleyemem. başka bir yolu olmalı' diye düşünüyordum, erwing işerken. sonra erwing geri geldi. '10 boyut olayını biliyor musun' diye sordu.

- hayır.
- sicim teorisinde 10 boyut vardır. 1. boyut; bildiğimiz düz çizgidir. 2. boyut; eni, boyu olan, yüksekliği olmayan düz bir zemin. 3. boyut; bizim yaşadığımız boyut, her gün algıladığımız dünya.
- tırii di.
- 4. boyut; biz 3 boyutlu yaşıyoruz ama zamansal olarak sadece bir nokta kaplıyoruz. yani 'şimdi' dediğimiz zamanın içine hapsolmuş durumdayız ama zaman içinde, ileri ve geri doğrusal bir şekilde hareket edilebilse, 4 boyutlu bir dünyada olmuş olurduk. bir başka ifadeyle, bir insanın doğumdan ölüme kadar, tüm yaşamını, el falı gibi görebilmek 4. boyuttur.
- zaman çizgisi!
- aynen. şimdi, 5. boyuta geldiğimizde iş daha karışıyor.
- muhtemelen.
- 5. boyut; şimdi, 20 yaşında bir çocuk düşün, olabileceği potansiyeller: doktor, avukat, öğretmen, hırsız, evsiz, katil, vs.. hatta ölü.. tüm bu olasılıkları aynı anda görebilmek 5. boyutta mümkündür. seçimini kendin yapabilirsin.
- sanırım evsiz olmayı seçmeyeceğim.
- 6. boyut.
- en korktuğum boyut bu.
- şimdi, bugünü değiştirmek için, misal çok zengin olmak için, geleceğe dönüş'teki gibi geçmişe dönsen ve at yarışı sonuçlarını genç haline versen ve de o sonuçlara göre oynarsan haliyle geleceği değiştirmiş olursun ama bu 5. boyutun yöntemi. 6. boyuttaysan elindeki imkan çok daha fazla.
- mesela?
- mesela, geleceğe dönüş'teki olayları yapmadan, direkt olarak zengin, fakir sağlıklı vs. hallerine gidebilirsin. müthiş değil mi! hepsini bir solucan deliği derinliğinden geçer gibi halledebilirsin. bilim-kurgu gibi geliyor kulağa ama sicim teorisi bunların olabileceğini söylüyor.
- boşalasım geldi, evet?
- 7. boyut; : biz 2011 yılındayız. fakat çevremizdeki fizik yasaları tamamen değişmiş. misal yer çekimsiz yaşıyoruz 'veya' oksijensiz kalınca ölmüyoruz vs.. bu tarz geçişler, 7. boyutta mümkün.
- vay amısını sikeyim.
- 8. boyut; oksijensiz ölmemek ile yer çekimsiz yaşamak arasında 'veya' olması onu tek boyutlu yapar, değil mi?
- umumiyetle.
- işte, bu 'veya' yı kaldırıp onun yerine 've' koyarsak, yani, hem oksijensiz hem de yer çekimsiz yaşayabiliyorsak bu 8. boyutta olduğumuzu gösterir.
- şukela bir hadise.
- 9. boyut; aynı anda, yerçekimli ve oksijenli dünyadan, yerçekimsiz ve oksijensiz dünyaya geçebilmenin boyutudur.
- gitgide 4.boyuta doğru geçtiğimi hissetmeye başlıyorum artık.
- 10. boyut; bütün evrenlerin, bütün zaman çizelgelerinin, bütün olasılıkların, bütün herşeyin tek bir noktada toplanmış halidir.
- audrey hepburn gibi mi?
- evet.
- evrenler arası geçişler, ha!


ben aslında sadece ufak bir geri zamanlama yapıp, erwing'in umutsuzluklarına neden olan etkenlerin ayarlarıyla oynamak ve son bir kez canlısından michael jackson konseri izlemek istiyordum. 'yani bunları düşündüğümüzde evrene gel, olaya gel' dedi erwing.

- biz bokuz yani, erwing?
- insan çok önemli falan diyorlar ya, sik değil!


eyvahlar olsundu! erwing'i kurtarayim derken iyice çıkmaza sürüklüyordum. tarih öncesi çağlardan bu yana hala 3. boyuttaydık. evrenler arası geçiş yapma fikri içimi hoş etse de en azından 4. boyuta geçmek, erwing'in zaman çizgisinde daha umutlu yaşayabilmesine yetecek olduğundan bu boyutun hayali heyecanımı uyandırıyordu. kalbim 'küt-küt, küt-küt' diye atıyordu. 4. boyuta hemencecik geçebilmenin imkansızlığını anladım. tüm bu ışık hızları, zaman makineleri, rasta saçlar şimdilik uzaktı bana. yapacaktım ama bir şeyler.

ertesi gün gün bizim kevin'ı aradım. şu 'link' kevin. bağlantımız sıkıydı. erwing'in durumunu anlattım. çok üzüldü. seksi yarıda bırakıp hemen yanıma geldi. sicim teorisini konuştuk. bana bunu halledebileceğini söyledi. o akşam erwing için toplandık. onu mutlu edebilecek bir listeyi hayata geçirip, pahalı bir alışveriş yapmıştık. içkiler, kuru yemişler, pastalar, çerezler.. kevin cebindeki ilacı çıkardı. jamaika topraklarından gelen mükemmel bir mal olduğunu söyledi. bir tane sigara yapıp erwing'e uzattı. 'ateşle' dedi. sicim teorisi deneyi bu noktada başladı ve gecenin ilerleyen saatlerinde 4. boyutu çoktan aşmıştık. 'bu mal harika dostum' dedi, erwing.

- öyle ki, inekler bunu yemeyip içiyorlar dostum.
- ahahah. rihanna'nın götünü sikiyim!
- sanırım erwing bir boyut daha atladı.

gecenin sonunda 10. boyuta ulaşmıştık. her şey erwing içindi. iyi de içti hani ibne! olsun yarasındı aslana. umutsuzlukların boğucu karamsarlıklarını ezdi geçti erwing. o kadar mutluydu ki, yanakları sıkılasıydı. erwing, bana dönüp şunları dedi:

- bu boyutlar meselesinden sonra korum amına! sikerim böyle dünyayı!
- hayat böyle işte erwing'ciğim. dönüp başa geleceğiz ama umudumuz hep yanımızda olmalı, değil mi?
- ulan ibne, manayla sen de iyi ot içtin ha bu gece!.. ne orgazmlar dönüyodur evrende ulan şimdi!
- hepsini birleştirsek neler yaratabilirdik!
- evren yapan evrenler olabilir mesela.
- tanrı kaçıncı boyutta yaşıyordur lan acaba?
- o değil de, 100 dolarım olsa iyi olurdu şu anda.


kevin'ın bu sırada kolası bitmişti.

- çıkar mı lan bir bardak daha?
- çıkmaz gibi.
- hiç umut yok mu?


yine bir umutsuzluk.
yine bir karamsarlık.
yine bir hicran.
e, napalım; bir de kevin için keşfettik 10. boyutu.

25.7.11

resmi seks için müzakere

- kızımın peşini bırakmak için kaç para istiyorsun?
- çok para istiyorum.
- son bir kez deneyeyim dedim. gençler aralarında sevişmiş..
- sevişmedik! sadece elledim.
- bu da bir denemeydi. aferin. namuslu çocuk. neresini elledin?
- boğazına bir şey kaçmıştı. sırtına vururken dokundum.
- bravo. centilmen de. iki bin liranın üzerinde para alıyorsun? evin, araban var. içki, sigaran yok.
- evet. aynen söylediğiniz gibi.
- maşallah. o halde verdim gitti.
- verdin mi?
- verdim.
- kızın da vermişti!
- e yani şimdi bu tür tavırlar? hiç hoş karşılamadım yani. yok. ı..ıh!
- ı..ıh derken, kakanız mı geldi?
- değil değil, şey bu, olumsuzluk sesgeci.
- sesgeç!
- vazgeç.
- allahın emri, peygamberin kavmiyle..
- kavli!
- kızınızı alıp bir ömür boyu resmi olarak sevişmek istiyorum.
- al al. yanakları da al al.
- okita. kızı alıp sikeyim o zaman.
- kukita.