27.6.11

Marie Antoinette'nin Melekleri

"Elveda sevgili kızım. Fransız halkına öyle iyi davran ki, bize melek gönderildi desinler."

Herkesin bütçesine göre çocuk yaptığı bir dönemdi ve seks düşkünü I. Franz ile Maria Theresia'nın on beşinci çocukları dünyaya geldiğinde saray yetkilisi "ufak ama tam anlamıyla sağlıklı bir arşidüşes" dedi. Vaftiz esnasında Bakire Meryem onuruna Maria ismi verildi. Kendisine "Madam Antoinette" deniliyordu.

- Karolin?.. Karolin? Off.. Nerede?
- (bir ses) Bahçede.
- Bahçede mi? Oyunun kurallarına aykırı davranıyor. Sınırları daha önce konuşmuştuk. O halde ben de göz bağımı çıkartıyorum.
- Gerek yok. Elimi tut. Ben seni oraya götüreceğim.
- Ama sakın ona görünme olur mu? Haydi gidelim.

***

- İşte seni yakaladım Karolin. (göz bağını çıkarır) Ayyy!
- Her yerde sizi arıyordum. Nereye kayboldunuz?
- Karolina'yla körebe oynuyorduk. Yine yemek vakti mi geldi? Sürekli yemek yemek istemiyorum. Bu gidişle çok şişmanlayacağım.
- Henüz çok şişmanlayamayacak kadar zayıfsınız. Karolin nerede?
- Bahçede olmalı.
- Hadi onu da bulalım.
- Bu şekilde olmaz. Oyunu kaybetmek istemiyorum. Eğer katılmak istiyorsan göz bağı takmalısın. Fakat koca Avusturya'da sana göre göz bağı bulunur mu bilmiyorum mürebbiyeciğim, canım.
- Yemekte biber de bulunuyor biliyor musun Marie.
- Bööö!

Bir çok kraliyet evliliğinden farklı olarak, Marie Antoinette'in ebeveynleri aşk evliliği yapmışlardı ve aile hayatından oldukça zevk alıyorlardı. Saray hayatının tüm resmiyetine rağmen kraliyet ailesi özel hayatlarında oldukça sıradan bir aileydi. Maria Theresia iş yoğunluğu nedeniyle kızlarıyla pek az ilgilenebiliyordu. Erkek çocuklarıysa çoktan siyasetin içine atılmışlardı. Marie, bu yüzden zamanının çoğunu kız kardeşi Karolina ve mürebbiyeciğiyle geçiriyordu. Oldukça disiplinli bir hayatın içinde kendine eğlenceler yaratmakta başarılı sayılırdı. Mesela, Mozart'ın senfonilerini ıslıkla çalmak en büyük eğlencelerinden biriydi. Mozart'a değinmişken; en sevdiği sanatçı Mozart'tı. Ona daha şimdiden büyük bir aşk duyuyordu. Öyle sanıyorum ki, bu çirkin çocuğa olan hayranlığının temelini onun müzisyen becerilerinin ve dahiliğinin önüne geçilemez bir tutkuya dönüşmüş derinliği oluşturuyordu. Mozart'ın müzikal zenginliği Marie'nin tüm çocukça düşlerinin olgunlaşmasında alegorik bir yansıma, gerçekle bütünleşmiş bir sihir gibiydi. Doğrusunu söylemek gerekirse, Mozart, kadınları ancak müziğiyle etkileyebilirdi. Bir akşam Marie'nin doğum günüydü ve akşamın özel davetlisi Mozart'tı.

- Gayet başarılı çalıyorsun çocuğum. Senin geleceğin parlak. İlk başta yaptığı şeyi gördünüz mü; gözlerini kapattı ve ellerini çapraz tutarak çaldı.
- Teşekkür ederim arşidüğüm.
- Kaç yaşındasın sen?
- Onbir, arşidüğüm.
- Pek de küçükmüşsün. Söyle bakalım, bu güzel gösterinin karşılığı olarak benden ne istiyorsun?
- Kızınız Marie'yi efendim, eğer uygun görürseniz.
- Marie, duydun mu, benden seni istiyormuş, ne diyorsun?
- Siz nasıl uygun görürseniz efendim.

Bana öyle geliyor ki sevgili okur, Mozart'ın yıllar sonra yaptığı Figaro'nun Düğünü eseri tam da bu geceyle alakalıydı.
Devam eden yıllarda Fransa ve Avusturya'nın müttefik olmasının ardından ittifakın sürekliliğini sağlamak amacıyla bir cinsel birleşmeye de ihtiyaç duyuldu ve Mozart'ın yasaklı aşkı Marie, geleceğin XVI. Louis'si Louis-Auguste ile nişanlandı; Mozart'ın bu süreçteki arabesk ruhunun Viyana'da bozguna uğradığı zamanlar..

***

Louis-Auguste çok utangaç bir çocuktu. Ne diye evlendiklerinin farkında bile değildi. Marie, bir kaç yıl boyunca onun için evcilik oynayacağı bir oyun arkadaşıydı. Marie gibi onun da yemeklerle arası pek yoktu ilk başlarda:

- Yemeğini bitirmeden masadan kalkmayacaksın Auguste.
- Yemeyeceğim baba.
- Söylediğimi duydun. Yiyeceksin.
- Bana ne ya, yemeyeceğim.
- Beş kardeşi ağzının ortasına şaplatırım Auguste.
- Ama baba.. Pekiyi baba.

Auguste, bir süre sonra yemek yeme olayına kendini kaptırmaya başlayınca kralı endişelendiriyordu:

- Çok yiyorsun Auguste. Bu kadar yeter.
- Biraz daha yiyeceğim. Midemde boşluklar olduğunu seziyorum.
- Söylediğimi duydun. Yemeyeceksin.
- Nedenmiş o? Karnım tok iken çok daha iyi uyuyorum.
- Beş kardeşi ağzının ortasına şaplatırım Auguste.
- Ama baba.. Pekiyi baba.

Evlendikleri günden itibaren çiftin yedi yıl boyunca çocukları olmadı. Bu durum, Auguste'un iktidarsız olması konusunu kulislere taşıdı.

- Auguste'un çükü kalkmıyormuş lan.
- Çükü o kadar küçükmüş ki, onu daha önce buralarda gören olmamış.
- Bu kesinlikle düzmece bir evlilik bence. Avusturya-Fransa ilişkileri sağlam olsun da..
- Bunların dini imanı para. Seni beni düşünen mi var allasen.
- Auguste için gizli bir homo diyorlar. Saraydaki muhafızlara gizliden gizliye muamele çekiyormuş. Benim amcaoğlu şantiyede görevli, ben de onun yalancısıyım.

Muamele olayını bilmem ama ilerleyen yıllarda Fransa maddi sıkıntıya girer. Marie Antoinette, bu dönemde ülkenin düşmüş olduğu durum karşısında haraptır. Geceleri gözüne uyku girmez. Bu yüzden umumiyetle gündüzleri uyurmuş.

- Ailemi çok özlüyorum.
- (bir ses) Marie, Fransızlar senin de halkın. Artık kocaman bir kız olmanın da ötesinde Fransa Kraliçesisin. O topraklara nasıl bağlıysan bu topraklara karşı da öyle olmalısın. Nihayetinde Avusturalya'lı olsun, Fransız olsun...
- Avusturya!
- Avusturya'lısı, Fransızı, hepsi aynı ve özünde herkes insan. Biz meleğiz belki ama insanın halinden de anlıyoruz. Sen insan olarak hayvanların halinden anlamıyor musun? Kuşun, kedinin, böceğin falan..
- Evet, anlıyorum.
- Şimdi, buradaki halkına sahip çıkma zamanı Marie. Üstelik onlar seni çok seviyorlar. Bak aynaya!

Melekler ayna tv.den Fransız halkının dedikodularını yansıtırlar Marie'ye.

- Kraliçemiz çok iyi kadın. Ben her gün dua ediyorum ona. Çok da güzel maşallah. Çok seviyorum ben.
- Burnu biraz yamuk mu dersiniz?
- Yok yok, allahı var güzel kız.
- Çok da alımlı, güleç yüzlü.
- Ben de kızım gibi seviyorum.
- İyi kız, iyi kız.

- Kraliçe ferman çıkarsa, emretse, beni sik dese siker misin lan?
- Tabi lan, manyak. Sen sikmez misin?
- Ama ilişkiden sonra serçe parmağını kesecekler. Kabul eder misin?
- Bu tip sorularla gelme bana ya.

Marie, duygulanmıştır. O gece şöyle bir not alır:
"Kendi bahtsızlıklarına rağmen bizlere böylesine iyi davranan bu insanları gördükçe, onların mutluluğu için kesinlikle daha sıkı çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu gerçeği kral da görmektedir. Kendi adıma konuşmam gerekirse, taç giydiğim günü -yüz yıl bile yaşasam da- hayat boyu unutmayacağım."

Fakat Marie'nin kocası üzerinde pek fazla etkisi yoktu. Siyasi mevzularda egemen olamıyordu. Canı çok fazla sıkılıyordu. Can sıkıntısından bunalan Marie Antoinette'in arkadaş çevresindeki gündelik sohbetler entelektüellikten çok uzaktı. Bu sığ sohbetler can sıkıntısını biraz olsun hafifletiyordu. Zira yakın arkadaş çevresi ile konuştuğu konular yardımcısı Madam Campan'dan duyduğuma göre: yeni bir komedyadan şarkılar, günün nükteli sözleri, en seçme skandallar ve dedikodulardan ibaretti. Ciddi ve düzeyli bir sohbet, neredeyse yasaklanmış gibiydi.

Bunca sıkıcı saray yaşantısının Marie üzerinde psikolojik etkiler bıraktığını düşünmem çok da zor olmadı. Marie'nin arkadaşlarını müfettişliğe atamaya başladığını duyduğumda bu psikolojik tarafın ciddiyetinin ne denli mühim noktaya ulaştığını anlamaya başlamıştım.

***

SUÇ

Marie, zamanının çoğunu saraydan ziyade saray arazisi üzerinde bulunan Le Petit Trianon Şatosu'nda geçiriyordu. Şatoyu ve bahçesini yeniden dekore etmek için yaptığı harcamaların sonu gelmiyordu. Evde ekmek bulamazsa pasta yiyordu.
Yirmi iki yaşına geldiğinde tüm dünyaya hamile olduğunu açıkladı. Anlaşılan, Auguste'un pompa ayarlarında sorun yoktu. Saray halkından yüzlerce kişinin gözleri önünde gerçekleşen doğum esnasında acıdan ve utançtan defalarca bayılıp ayıldı. Doğan çocuğuna ilk olarak şunları söyledi:
"Erkek olsaydın devlete ait olacaktın ama sen bana aitsin ve benim tüm alakama sahip olacaksın; mutluluklarımı paylaşacak, acılarımı azaltacaksın."
Küçük oğlu Louis Charles için de şunu söylediğini hatırlıyorum:
"Benim sevgili lahanam çok çekici ve ben onu çılgınlar gibi seviyorum. O da beni çok seviyor tabii ki, ama kendi usulüyle, utanmaksızın.
Annelik ona yaramıştı. Bu içgüdüsüyle daha sevecendi artık ve zamanını hayır işlerine ayırıyordu. Fakat bu durum harcamaların dibine vurmasına neden oldu. Kraliçe, popülaritesini yitiriyordu. İşin içine bir de suni köy yaptırma olayı girince halkın gözünden hızla düşmeye başladı. Birçok kişi, gerçek köylüler çok zor şartlarda yaşamaya çalışırken, dünyadan bihaber müsrif kraliçenin çobancılık oynadığı düşünülüyordu.

***

Saray kuyumcusu, yağ çekmeyi seven, sinsi bir tipti. Kraliçe için bir gün elmastan bir gerdanlık tasarladı ve Marie'ye sundu. Marie Antoinette, kraliyet kuyumcusu tarafından kendisi için yapılan muhteşem elmas gerdanlığı satın almak istemedi. Gerekçesi de çok pahalı olması ve kraliyet deniz kuvvetlerinin paraya ihtiyacı olmasıydı. Israr eden kraliyet kuyumcusunu da şu sözlerle azarladı: " Ben size mücevher ısmarlamadım, daha da ötesi, elmas koleksiyonuma bir karat daha eklemek istemediğimi defalarca söyledim. Ben satın almak istemeyince kral satın almak istedi ama hediye olarak da kabul etmeyeceğimi belirttim. Lütfen tekrar sormayınız."
Bu sırada olayı duyan Fransa yavşaklarından Rohan kardinali Louis krizi fırsata çevirmek için atıldı ve hikayemizde yardımcı bir role soyundu:

- Selam kuyumcubaşı. Sana kraliçenin ilginç bir yanından bahsedeceğim.
- Son derece seksi görünümlü kalçalarıysa mevzu bahis sana katılıyorum.
- Evet, gerçekten muhteşem kalçaları var ama konu bu değil. Fransa'nın durumunu biliyorsun; millet aç, ekonomik kriz zaten ziyadesiyle üstümüzde. Kraliçe de bunun farkında olmalı ki, son zamanlarda kaydadeğer bir müsrifliği olmadı.
- Öyle mi?
- Evet. Demem o ki: kraliçe bu elmas gerdanlığı çok istiyor. Bir türlü şeyine yediremiyor.
- Götüne mi?
- Gururuna. Bu yüzden beni görevlendirdi. Planımız şu: Bunu taksitle senden alacağım ve kraliçeye ulaştıracağım. Kraliçe de bana borçlanacak. Böylece bu ufak harcama için halk kraliçeyi sorumlu tutmayacak ve her şey çözümlenecek.
- Bu fikri sen mi buldun?
- Açıkçası evet. Bizzat kendim.
- Bravo. O halde ben hemen gerdanlığı getireyim.
- Lütfen.

İlk taksit ödendi ödenmesine ama diğer taksitler gelmedi. Fakat halk bu durumu hiç sindiremedi ve bu durumdan Marie Antoinette'nin ağzı yandı. Ona karşı tüm sempatiler yok olup gitmişti. Zaten yetersiz vergilendirme ve ülke sınırları dışındaki bitmek bilmeyen savaşlar nedeniyle Fransız hükümeti çok ciddi borç yükü altındaydı. Kraliçe çok üzgündü. Bu durumdan faydalanmaya çalışan düşmanları gecikmeden Marie Antoinette'in öz oğlunu zehirlettiği dedikodusunu yaydı. Offf, ortalık kaynıyordu. Halk siyasi olarak zor günler geçiren ülkelerinin bu büyük sorunlarının üstüne bir de saray içi yolsuzlukları eklenince 1789'da, Paris'te kraliyet otoritesinin sembolü haline gelmiş olan Bastil Hapishanesi'ne yürüdü ve kontrolünü ele geçirdi. Fransızlar çıldırmıştı. Bu sıradan bir isyan değildi, sanırım bu bir devrimdi.

***

CEZA

Kocası vatana ihanet suçundan yargılandı ve idam cezasına çarptırıldı. Marie Antoinette histeri krizine girmişti. Louis giyotinle idam edildi. Kalabalığın tezahüratlarını duyan Marie Antoinette olduğu yere yığıldı ve uzun süre konuşamadı. Kısa süre sonra Marie Antoinette'in yargılama süreci başladı. Jüri, onu suçlu buldu ve idamına karar verdi.

***

Gardiyan, ellerini bağlamak ve saçlarını kesmek için Marie'nin hücresine geldi.

- Korkuyor musun?
- Bu soru en çok senin için klasik galiba. Saçlarımı kesmen konusunda soruyorsan, evet. Kendimi hiç kel olarak görmedim.
- Yine görmeyeceksin.

***

Alelade, römorklu bir at arabası ile Paris sokaklarında bir saatten fazla dolaştırılarak Devrim Meydanı'na getirildi. Arabadan yavaşça indi ve giyotine şöyle bir baktı. Papaz, Marie'nin kulağına fısıldadı:

- Bu an madam, cesaretinizi kuşanmanız gereken andır.
- Cesaret mi? Tüm sıkıntılarımın sona ereceği bu an, cesaretimin yüzümü kara çıkaracağı an değildir.

Cellad, giyotinin altında Marie'yi karşıladı.

- Kafanızı buraya koyacaksınız madam. Beğenmediniz mi? Bunu yeni icat ettik. Eski rejimden daha modern daha devrimsel bir uygulama.
- Kulağa daha insancıl geliyor!

Marie, taze aldığı derin nefesi ve olanca cesaretine rağmen yeterince sıkı giyinmemiş bir insan üşümesiyle titrerken o zarif, ince, narin ayakları celladın kalın ve mantarlı ayaklarına bastı.

- Özür dilerim mösyö, istemeden oldu.

- ÖLÜME SAYGISIZLIK!
- ADALETE HAKARET!
- TANRIYA KÜFÜR! KAFİR!
- OROSPU!
- SOYUN!
- SOYUN!
- SOYUN!

Çırılçıplak soyuldu. Halk, güzelliğini dilden dile aktardığı kraliçelerini, meydanda çırılçıplak izliyordu. Böyle bir güzelliğin yok edilmesi konusunda o anda bir çok ateşli idam fanatiklerinin bile kısa bir an dumura uğradığını sanıyorum.

- Onunla yatmak için serçe parmağımı seve seve feda ederdim.

Marie, başını celladın söylediği gibi bıraktı.

***

- Ben sıradan bir kadındım.
- Sen cesaretli bir kadındın Marie.
- Beni değiştiremeyen şeyi değiştirmek isterdim. Haydi nedir o, diye sorun.
- Zamanı.
- Karolin.. Karolin nerede?
- Elimi tut. Ben seni oraya götüreceğim.

Başı, çığlıklar atan kalabalığa gösterildi.

23.6.11

bu bir KONT DRAKULA hikayesidir!

TABLO 1. DİNLEMEK, ANLATANI SUSARAK YÖNETMEKTİR.

- her, işe yaramayan şeyi neden göte sokmaya lüzum görür insanlar? gereksizlik! kullanışsız olduğunu söylemiyorum. kullanılma kapasitesini bir düşünün. mesela şu an senin için kullanışlı bir kadın gereksiz değil mi? belki de takımların yağlandı, bilemiyorum.. fakat az para kazanıyorsun, borçların ve harçların altmış dokuz'larda! iki sene sonrasını düşünerek giysi seçiyorsun. iki sene öncesini düşünerek içiyorsun. bedavaya götünü versen almazlar. üstüne para çıkman gerekir. her gün onlarca insan tanımalısın, yüzlerce sayfa okumalısın, binlerce adım atmalısın. bu yüzden donun iğrenç kokacaktır. taşaklarını temizlemen gerekecek. iyi bir jilete ihtiyaç duyacaksın. sonra.. işte yine geldik başa. borçlar-harçlar meselesi. aklı başındaki her insanı siktir ettiğimi düşün, geri kalan her insan durumunun berbat olduğu kanısına varacaktır. hatice: senin takımının işe yaramaz olduğunu söylüyor ve netice: bu bağlamdaki her şeyi senin için gereksiz kılıyor. oysa ben hatice'nin işlenebilir, neticenin değişebilir olduğuna inanıyorum. hepiniz için de öyle. genel yargılara varılabilecek geçer fasafisolar.. ibne akıl hocaları gibi konuştuğumu düşünmeyin, çünkü bundan asla hoşlanmam ve hoşlanmadığım şeyler yapanlara hoşlanmadığı şeyler yaparım, inanın. ben sadece umumi tuvalet bekçisiyim ve sizinle aynı yere sıçıyorum.. ben buyum. bu söylediklerimin doğru ya da yanlış şeyler olduğunu düşünmeniz yanlış, doğrusunu sikme taraftarlarıysanız bu sizin için iyi bir başlangıç olur.. unutmayın ki, her şey çok rahat unutulur. buna da inanın ve kendinize, ne bok yapmaya çalıştığınızı anlamadığınız zamanlarda bile. 'gereksizlik çıplak bir kadın gibidir. doğru işlerseniz en çok kazanan pezevenk siz olursunuz.' fakat nihayetinde herkes onu soymaya yeltenecektir. bu nedenle bu işlevin makyajına dikkat etmelisiniz. zira ben aşırı ve ağır makyajlardan ve şatafatlı boyalardan pek hoşlanmıyorum. benim için sadelik şıklığın olmazsa olmazı. örnek verecek olursak: bir evin perdesi gibi. aynı şeyler yerine farklı şeyleri karıştırmanız temennisiyle..

- ne düşünüyorsun?
- yunan mitolojisini ve aynı şeyler yerine farklı şeyleri karıştırma olayını.
- kimsenin görmediği bir rüya olduğumuzu düşünüyorum bazen.
- diğer zamanlar?
- seninle sevişsek ne olurdu'yu ama bu midemi bulandırıyor.
- seni ısırırım.
- ve kazığa oturtursun, değil mi?
- beni tahrik etmiyorsun, merak etme.
- bu iyi bir şey.

TABLO 2. SİMYACILAR SIÇARAK ÇILDIRMAZ.

'üzerinde yaşam barındırdığı bilinen tek gök cisminin biteceğinin iddia edilmeleri almış başını gidiyorken zamanı'ndan binlerce yıl öncesinde dokuz önemli adam yaşarmış.
ormanın ötesindeki topraklarda doğa üzerindeki mevcut olan tüm maddeleri incelerler, metali bilim ve teknolojiye sokarlar, 'nasıl'ları anlatırlar, hastalıkları sağaltırlar, gezegenlerin osuruşuyla kendi kaderlerini bulurlar, disiplinler arası semboller üretirler, gizemlere katılırlar, felsefi ve deneysel ruhçuluk edinirler, yaratılarını hayal güçlerinden bile oluştururlarmış. bu dokuz simyacı için asıl imkansıza yakın olan durum: hiç biri bir başkasının yeteneğine erişemezmiş. daha önce aralarından birinin eriştiği konuşulur, dilden dile anlatılır ve şifresinin çözülemediği bilinirmiş. o kişiye tanrı derlermiş. tanrı adındaki bu çılgının başardığı ulaşılmaz projesi yüzyıllar sonra bile şifresi çözülemeyen bir şehvetin etkilerini göstermeye yetermiş. zamanla ona farklı tapınma biçimleri gelişmişse de simyacılar 'üstüme sağlık'çı politika izliyorlarmış.
hikayenin devam edecek bu bölümünde geçmiş zamanlı anlatımı bir kenara bırakmalı.



TABLO 3. PRESTİJ.

her sihirbazlık numarası üç bölüm ya da perdeden oluşur. birinci bölüme vaad denir. sihirbaz size sıradan bir şey gösterir; iskambil destesi, bir kuş, ya da bir insan. bu şeyi size gösterir. son derece gerçek, üzerinde oynanmamış normal bir şey olduğunu görmeniz için nesneyi incelemenizi ister. fakat aslında öyle olmayacaktır. ikinci perdeye dönüştürme denir. sihirbaz olağan bir nesneyi alır ve onu olağanüstü bir şeye dönüştürür. hilenin sırrını arıyorsunuz ama bulamazsınız. çünkü, dikkatli bakmıyorsunuz. siz sırrı bilmek değil, kandırılmak istiyorsunuz. henüz alkışlamazsınız. çünkü, kaybetmek yeterli değildir, onu geri getirmek gerekir. işte bu yüzden her sihirbazlık numarasında üç perde bulunur, üçüncü bölüm, yani en zor bölüm: prestij bölümü.
tanrı'nın numarası neydi? simyacılar şimdi bu soruyla birlikte iki şeyin üzerinde duruyorlardı: kandırılmak mı istiyoruz, yoksa sırrı bilmek mi? cevap: kandırılmaktı. tabi ki, sadece şakaydı. asıl cevap elbette sırrı çözmekti. sahnede olmak her zaman ışıkların altında olmaktır.


- tanrı, ışıkların da üzerinde. o artık ulaşılmazlığa erişerek bulduğu harap edici güçle bizi de kontrol ediyor olmalı.
- evet, haklısın. asla istediğimiz kudreti bulamayacağız.
- ben ikinize de katılıyorum. dün sabah gök günlüğünü oluştururken yere kapaklandım. tanrı bana göbeği çatlayana kadar güldü.
- sonra ne oldu?
- yağmur başladı.
- onun sırrı altında bireysel çabalarımızla duramayacağız.
- lokman'ın ölümsüzlük sırrını köprünün üzerinde nasıl rüzgara kaptırdığını da biliyoruz.
- bizimle dalga geçiyor.
- bizimle oynuyor.
- asla izin vermeyecek.

ne yapmalılardı?

- birleşmeliyiz.

türkçe'nin şeysi için başka bir deyim rica etsek?


- güçlerimizi birleştirmeliyiz.

teşekkürler.

TABLO 4. YAŞAM HARAKİRİSİ.

simyacılar yüzyıllar sonrasındaki intikamları için müthiş bir deliliğe giriştiler: birbirlerine olan tüm borçlarını sildiler. çünkü, güçlerini birleştirecekler ve bu, onların bu yüzyıldaki ölümleri, gelecek yüzyıllardaki dirilişleri olacaktı. yeryüzündeki en muazzam enerji, en görkemli, en muhteşem, en ihtişamlı, en iyisi, en büyük, en, en, en.. harikulade. gerçeklikle mistizmin birleşmesi. olağanüstü. tanrı'ya karşı yaratabilecekleri bir insanüstü karışım olacaktı bu. dengeyi kurmaları ve zaman ayarları hesaplamaları ardından simyacılar tek beden olarak doğmak için 1431 yılının üçüncü ayına dek kendilerini imha ettiler. bu yokluk süreci III. vlad'ın doğuşunda sona erecekti, yani intikam ateşiyle yanıp tutuşmuş olan ve nefretleri süregelecek yüzyıllar boyunca müthiş bir hızla artacak olan dokuz simyacının, yani VOYVODA'nın!

TABLO 5. PRENS VOYVODA'NIN DOĞUŞU.

prens voyvoda, yüzyıllar sonrasına doğan dokuz simyacının ruhlarının birleştiği bedeniydi. onbir yaşında kendisini osmanlı'ların elinde tutsak olarak buldu. böyle şansın içine tükürülmeliydi. henüz yeterli güce sahip olamayan voyvoda, ergenliğinin başlarına yaklaştığı dönemlerinde huzurunu ararken savaş kaybeden babası tarafından osmanlı'lara esir verilmişti ve hayatın zorluklarıına göğüs germeye başlamıştı. en fazla, spartaküs'ün arenalardaki başarılarını göremediği için üzgün, en az spartaküs'ün arenalardaki başarılarını göremediği için mutluydu. kan, onun asla sevişemediği yasaklı sevgilisiydi. acı, onun için tattırılması gereken bir histi. çünkü acı, dokuz olağanüstü adamın ruhlarının sancısıydı. o, acıyı iyi biliyordu. şeytanın bile karşı koyamayacağı hünerlerle doluydu. zaten şeytan, hiçbir zaman ona karşı durmamıştı.

şeytan: ne duracam anuna koyim!

intikam için hızla pişiyordu.

TABLO 6. VOYVODA: SUSMAYAN KALP.

voyvoda'nın intikamı ne olacaktı? tanrı'ya karşı neyi, nasıl yapacaktı? neden bu zamanda oluşmayı seçmişti? belki de tanrı'ya en yakın duranların arasında olmak, intikamına cila oluyordu. 'zaman sadece birazcık zaman/ geçici bu öfke, hırs, bu intikam' şarkı sözünün ikinci bölümü kattiyen onun için değildi ama ilk kısmı şimdi onun durumunun bir kısmını anlatıyordu: zamana ihtiyacı vardı. karşısındaysa mücadele edebileceği en müthiş savaşçı duruyordu: sultan mehmet. öyle bir savaşçı ki, tanrı'nın gözdesi, iylerin dostu, kötülerin düşmanı. voyvoda için tam da cenk edilesi. tanrı'ya karşı savaşabileceği biçilmiş bir kaftan. öyle ki:
"ben, sultan fatih, bundan böyle bütün dünya'ya ilan ediyorum ki, bosna fransiskanları bu ferman ile benim korumam altındadır ve emrediyorum ki: kimse bu insanlara veya kiliselerine zarar vermeyecek! devletimde barış içinde yaşayacaklar. göçmen haline gelmiş bu insanlar, güvende ve özgür olacaklar. devletim sınırları içerisinde olan manastırlarına geri dönebilirler"
diye bosna fransiskanları’nın özgürlüğü ile ilgili fermanlı bir adam. öyle ki, mehmet, insanı koruyan bir içgüdünün hakimi, voyvoda'ysa kana ve öfkeye susamış şeytansı bir spartaküs taklidi. en büyük aşklar nasıl kavgayla başlar ise, en büyük savaşlar da aşklarla başlar'ın ironizme girmiş gerçekliğiyle örtüşen o müthiş birliktelik için tam teşekküllü ortam. voyvoda'nın zevk karıncaları ve dokuz simyacının yüzyıllar öncesinden beri beklediği zaman. fırtına öncesi sessizlik. sessizlik öncesi gürültü. fatih'in ihtişamı. voyvoda'nın susmayan kalbi.


TABLO 7. KANKA SULTAN MEHMET.

tarih: 17 ekim-20 ekim 1448.
yer: kosova ovası, kosova.
taraflar: osmanlı devleti/ macaristan krallığı-eflak prensliği-boğdan prensliği-lehistan.
kumandanlar: II.murat-saruca paşa-dayı karaca paşa/ janos hunyadi.
güçler: 10.000/ 90.000
kayıplar: 4.000/ 17.000
sonuç: osmanlı zaferi.


fatih'in zaferleri tutsak voyvoda'nın sır gibi sakladığı öfkesinin kapalı kapılar ardından çıkmasına vesile oluyordu. bu zamanlarda voyvoda kana susamışlığının delirişlerindeyken davası uğruna fatih'le iyi ilişkiler kuruyordu. kendisi onun en söz dinleyen, en efendi, en az küfür eden, namazında niyazında esiriydi. etliye sütlüye karışmaz, aza tamah eder, fazlada gözü olmaz, müşkülpesent biriydi. oysa içinde fırtınalar koparsa kopsun/ sürüklesin ikimizi/ arzular tutuştursun bizi/ razıyım sana dön ne olur idi. anti-sezercik tavrıyla sevilesi ve affedilesi oluyordu. hele ki, bağışlayıcı fatih'in yanındayken.. bir gün fatih, onu eflak'ın başına geçirmeyi düşündüğünde voyvoda, sabrın sonu selamettir diyecekti.

TABLO 8. VOYVODA'NIN KAZIKLARI.

yüzyılların birikimine kapılar açılmıştı artık. voyvoda, doyduğu tabağa pisleyecekti. artık tabaklara da ihtiyaç duymayacaktı. ona kırmızı çok yakışıyordu. erol taş'ı bile kıskandıracak nitelikte kötü bir ruh taşıyordu, hatta tam dokuz tane. istanbul için iftar vakti sıralarında simyacıların ruhu için hasat zamanıydı. kendi ifadesiyle yaklaşık yirmi dört bin türk öldürdü ve yirmi bin osmanlı savaş esirini kazıklara geçirdi. II. mehmet'e başarısız bir suikast girişiminde bulunduktan sonra kaçtı ancak bulunduğu yerde taş üstünde taş bırakmadı, terk ettiği topraklardaki kuyuları zehirledi, ekinleri yaktı, tüm hayvanları bile öldürttü. hapishanelerdeki mahkumları, cüzzamlı ve vebalıları salıverdi ve türklerin arasına karışmaya teşvik etti. ortalığın ağzına sıçtı. insanları kazıklamanın mecazi anlamı onun için artık kalmamıştı. bu lanet olası sistemde kazıklar makattan sokulup sırt kısmından çıkartılıyordu. kazıkladığı kişiler bu yüzden ölmüyor, ya açlıktan, ya susuzluktan ya da kan kaybından ölüyorlardı. kana susayan savaşçılar onun için fasofisoydu. bu sistemiyle asla kana susamıyor, kana doyuyor, doyuyor, daha da doyuyordu. doydukça istiyor, istedikçe içiyor, içtikçe doyuyor ve doydukça yine içiyordu. kan, voyvoda'nın en sevdiği kahvaltısı, öğle ve akşam sıvısıydı. sıvı nasıl yenir, işte onda anlam buluyordu. bu alışkanlığı simyacıların tanrı'ya karşı oluşturdukları düzeneğin bir getirisi olmalıydı. kinin, öfkenin, nefretin ve aynı ya da yakın anlamlara gelebilecek her duygu ve kelimenin. tanrılığa asla ulaşamayacak olanların, tanrıya da asla ulaşamayacak oluşunun tek bir bedene sokulmuş cani yaratığı kana kan demiyordu. insani kariyerinin zirvesindeydi! ölmeliydi.

TABLO 9. KUZEN STEFAN'LA AKŞAM YEMEĞİ.

- çok hoşsun vlad. kandan başka bir şey yemez içmez misin sen? bu da ne böyle? tanrı iyiliğini versin.
- tanrı mı! hıh! tanrı bizi terk etmiş bir güç! şeytan olsa ne derdi, biliyor musun? ona mı tapacağım, asla!
- akşam akşam güldürüyorsun beni. o kadar sempatiksin ki aslında, yani çok komiksin, gözlerin büyük bir kere.. seni komik ve eğlenceli buluyorum. oysa sen sıradışı takılıyorsun. tehlikeli bir hayatı seçiyorsun.
- içimde dokuz simyacının ruhu var stefan. kimya, metalurji, fizik, tıp, astroloji, semiotik, mistisizm, spiritüalizm ve sanat'ın bileşimlerini taşıyorum. içimde ölü ozanlar derneği var. her türlü donanıma sahibim ve tanrı'nın yeryüzündeki canlı tarafıyım. yakında ölümsüzlüğüme kavuşacağım. tehlike cılız bir ifadeyi anlatıyor bana. o, aynaysa ben aynanın çerçevesi olacağım. unutma kötü bir çerçeve algıda etkilidir ve iyi bir ayna karşısında bile çok etkilidir. oysa insanlar aynayı etkileyici bulurlar. ben çerçeveyim. hem de en kötüsüyüm. aynalar artık iyi göstermeyecek.
- göstermesin de, ne olacak yani? bundan senin kazancın ne?
- mutsuz insanın kanı daha tatlı oluyor şu sıralarda. sen de biraz alır mısın?
- almazsam daha iyi. zaten yeterince yedim. şaraba hayır demem ama.... bak demedim.
- şimdi de.
- hayır.
- beni eğlendiriyorsun kuzencik.
- sen de beni.
- yarın osmanlı'lara üç yüz adamla saldırmayı düşünüyorum, ne diyorsun?
- üç yüz sparta'lı gibi, he.
- onların kanlarına bayılıyorum.
- o halde çok mutsuz olmalılar.
- mutsuzlar. yirmi binini kazıklara oturttum.
- çok hoşsun vlad. diğer kazık çalışıyor mu, sen ondan haber ver?
- kanla beslediğim sürece evet. ha..ha..ha.
- ha..ha..ho.

TABLO 10. FATİH'İN İNTİKAMI.

tarih kitapları onun sonunu şu şekilde yazdılar:
1476 yılında üç yüz askeriyle birlikte osmanlı ordularına yenildi. esir alınan askerleri kazıklara oturtuldu. öldürülen III. vlad'ın kesilen başı öldürüldüğünü ispat etmek için istanbul'a II. mehmet'e gönderildi.
olayın perdelerini aralayıp/ rüyalarına giriersek/ sevişirsek sabahlara kadar/ sırf inat senin cici babana, fatih'in intikamının daha sert olduğunu göreceğiz.
kuzen stefan'la o akşam yemeğinin ardından üç yüz adamıyla osmanlı'ya yakalanan vlad ve kuzeni cezasur'u hapsine gönderildi. surun içinde açlıkla imtihan başlamıştı. açlıktan ve susuzluktan ölme cezası! çevrelerinde osmanlı yiğitler nöbet bekliyorlardı, stefan ve vlad ise ölümü.. bu açlık imtihanına dayanamayan kuzen stefan hayata son keşkesini sundu: 'akşam yemeklerinde annemin dediği gibi tabağımı bitirmeliydim.' kendisini metrelerce yükseklikten atarken bir daha kendisini metrelerce yükseklikten atamayacağını biliyordu. bu sırada da hain vlad, bu olayı kullanışlı bir hale dönüştürdü. keskin zekası ile osmanlı'ların elinden kaçtı. kısa süre sonra yakalanan vlad'ın başı kesildi ve fatih'e ulaştırıdı.


TABLO 11. ORMANLARIN ÖTESİNDEKİ TOPRAKLAR.

vlad'ın ölümünden arda kalan; vlad'ın başı, bedeni ve dokuz simyacının ruhları olur. tanrı karşısında bir hezimet daha alan simyacıların bedenen var olmadıkları dünya üzerinde etkin olmaları zorlaşmıştır. yeni bir KAN değişikliğine ihtiyaçları vardır. işte bu derin mevzu yüzyıllar boyu unutulmayacak ikinci bir toplantının nedeni olmuştur.

- vlad'ın ölümü hepimizi derinden yaralamıştır. büyük bir mücadele verdik, yüzyıllarca süregelen büyük bir mücadele.. en başta sabır vardı. biliyorsunuz ki, o'da sabretmişti. bunu biz de keşfettik. böylece ona daha da yaklaşıyorduk. eninde sonunda kaçtığı yerden gelecekti yanımıza. olmadı! fatih aracılığıyla planımızı bozguna uğrattı. ne yapmamızı öneriyorsunuz ey simyacılar? elimizdeki taşları altın yapmak bizim işimiz değil mi? pes mi edeceğiz!
- hayır. pes etmeyeceğiz.
- bunu neye dayanarak söylüyorsun?
- inancıma dayanarak. biliyorum, çok darbe aldık. hırsımız, onurumuzu korumamız için bizi zinde tuttu. doğru anı bekledik. bu, hesaplamalarımızdan da uzun sürdü. vlad'ı kaybettik belki ama geçmişimizi unutmama yetimizi de mi kaybettik?
- hayır, kaybetmedik. vlad, tanrı'ya olan öfkemizi ona göstermemizde çok önemli bir rol oynadı. o'na yakın çok kimseyi hunharca öldürdü. her defasında da o'na darbe vurmuş olmanın hazzıyla büyüdük, hazlandık ve kenetlendik. bu sırada o adam çıktı. yaptıklarına bakılacak olursa tam bir deli. gemileri karadan nasıl yürüttüğünü ruhlarınızın gözleri görmedi mi?
- ben gördüm ve altıma kaçırıyordum. korkudan olduğunu sanmayın. yüce meclisimizin üzerine yemin ederim ki..
- yüce meclisimizin üzerine yemin etme.
- davamıza?
- hayır.
- vlad'ın?
- olmaz. kendi üzerine yemin et.
- kuzen stefan'ın üzerine edeceğim.
- tamam, et.
- kuzen stefan hepimizin kuzeniydi. onu bazen oğlum gibi, bazen babam gibi, bezen de torunum gibi hatta bacanak ve amcaoğlum gibi sevdim. en önemlisiyse o benim de kuzenim gibiydi. tam kuzen tipi vardı ha adamda. yani, hiç tanımasan, uzaktan baksan şöyle, bu mutlaka birinin kuzenidir dersin. saçı falan da tam kuzen saçı.
- turuncumsu renkler kuzen rengi gibi bence.
- konumuzdan şaşıyoruz.
- kaldığın yerden devam et simyacı.
- kuzen stefan'ın üzerine yemin ederim ki..
- kaldığın yeri hemen hatırladın. tebrik ederim.
- aa, ben de tebrik ederim dragolin.
- tebrikler dragolin. çok iyiydi.
- benden de tebrikler.
- bravo dragolin.
- hay, yaşşa!
- hepinize teşekkürler. yemin ederim ki... ee.. ben kuzen stefan üzerine yemin ederim.. ki.. ben.. stefan.. turuncumsu.. turuncumsu mu!
- lafını unutmanı yadırgadığımı belirtiyorum dragolin.
- hem de böyle bir mevzuda.
- bizi şaşırtman bizi şaşırtmadı!
- şaşırtmalıydın.
- ben tebriğimi geri alıyorum.
- bende.
- ne sende?
- bende alıyorum tebriğimi.
- de ayrı okunur.
- curcunayı kesin. tanrı'nın bize hunharca gülmesine göz mü yumacağız, yoksa...
KALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİ ...yoksa, vlad'ı geri mi getireceğiz?!

YOKSA VLAD'I GERİ Mİ GETİRECEĞİZ!

TABLO 12. KONT DRAKULA BEGİNS.

simyacılar, simya kara büyüsü ile vlad'ın ölü bedenini diriltip, onu kont drakula'ya dönüştürdüler. bu karara varmalarındaki etken 'inanmak' oldu. konuya bilimsel açıdan kuramsal yaklaştılar. simyacılar, büyü denen olgunun akılda canlanma olduğu düşüncesiyle yola çıktılar. kuantum düşünce gücü kavramını fazla düşünmeleri gerekmedi, çünkü aralarında bir fizik bilgini vardı. tüm kavramları , yüzyıllar öncesindeki muhteşem vücutlu eşine yaptığı gibi yalayıp yutmuştu. bedenleriyle vlad'ı yaratan simyacılar, ruhlarıyla drakula'yı yaratıyorlardı. bu kez, penaltıya abanacaklardı. bu onların son penaltısıydı..
bütün güçlerini kullanarak vlad'ın ruhundan ölümsüz kıldıkları vampirlerini yarattılar. drakula adlı vampir, beyaz tenli, kırmızı gözlü, yirmi insan gücünde, tırnakları uçlara doğru sivrilen, dudakları kırmızı ve beyaz, sivri köpek dişleriyle korkutucu görünüme sahipti. vlad artık, tabutta uyuyan, gece dışarıda avlanıp gündüz tabutunda saklanan bir gece canavarıydı. kurt, yarasa ve sıçan kılığına girebilmekte ve bu hayvanlara hükmedebilmenin yanında, bir delikten içeri sızabilmekteydi. ayrıca aynada görünmeme gibi bir özelliğe de sahipti. modern kültürünün söylediğinin aksine güneş ışığıyla ölmez ve gündüzleri de dolaşabilirdi ama gündüz saatlerinde gücü azdı. yine de şafak, öğle vakti ve gün batımında biçim değiştirme gücü vardı. yüzü güçlü ve kartal gibiydi, ince burnunda yüksek bir kemer, tuhaf bir şekilde kemerli burun delikleri vardı. alnı azametle kubbeleniyordu ve şakaklarındaki saçlar seyrekti ama başka yerlerde boldu. kaşları gürdü, burnunun üzerinde neredeyse bir araya geliyordu ve kendi gürlükleriyle kıvrılıyor gibiydiler. ağzı ağır bıyığınının altından kararlı ve azimli görünüşlüydü; tuhaf bir şekilde keskin dişleri vardı, bunlar dudaklarının üzerinde çıkıntı yapıyordu. dudaklarının dikkat çekici kırmızılığı, o yaştaki bir adam için hayret verici bir canlılığa işaret ediyordu. kulakları solgundu ve tepeleri oldukça sivriydi, çenesi geniş ve güçlüydü, yanakları zayıf ama diriydi. yarattığı genel etki sıradışı bir solgunluktu. eşkali III. vlad'ın görünüşüyle aynıydı. genel olarak sıradışı bir güzellikte olmasına rağmen ürkütücüdydü. kırmızı gözleri, çan gibi çınlayan sesi, beyaz teni ile doğaüstü güzellik oluştururken sivri dişleri ile ölümcül olmanın yanında kanını içtiği birini kendi türüne -vampire- çevirebilme özelliğine sahipti. ortalığın ağzına sıçmaya yeniden, daha güçlü bir biçimde hazırdı.


TABLO 13. DİNLEMEK, ANLATANI SUSARAK YÖNETMEKTİR.

- mesela drakula'yı ele alalım. ne oldu adama? kazıklara oturttu insanları, sonra bi halt etti mi? bu muydu marifeti? kanlarını içti insanların, hayatlarını sikti. hain bir yaratıktı o. ee, sonra ne oldu? kalbine bir kazık soktular, geberdi gitti göt oğlanı. o zaman ne imiş: yiyemeyeceğin boku sıçmayacakmışsın. ulan, sana ev aldım, evlendirdim, askere bile ben götürüp bıraktım. donun yoktu altında donun. necati'nin bacanağının başına gelenleri biliyor musun sen? ne yaptı necati'nin babası? karına kızına az meşgul ol, eve git, kumarı bırak, bi-iki bir şey yap yuvana dedi. sedat ne yaptı? yok efendim ben zaten yapıyorum da, ediyorum da, şöyle de, böyle de.. ne oldu? siki tuttu. bastı parayı orospulara, bak millet ibret diye bakıyor şimdi ona. karısı ne yaptı? boşadı hemen. çok da iyi yaptı, hiiiiç üzülmedim, bi gıdım bile. niye? hak etti çünkü o. sen de mi öyle olmak istiyon? ben sana diyorum bak, evi karının üstüne yap, ikinci kat çıkıcam falan diyorsun bana, senin kenarda kıyıda paran mı var? hangi parayla çıkıcan onu? kahvelerde okey akşama kadarın! o zaman içebilicen mi cigaraları? akıllı olman lazım, yaşın geldi otuz beşe. aa, bugün yarın biz de ölücez, ne yapacaksın o zaman? kim toplayacak kıçını? bak benim yaşım kaç? altmışbeş. ben sana söylüyorum oğlum, bu gidişle hiiiiç bir bok olmaz. senin neyine yazlık mazlık. bırak bu işleri, evine bak. karını kaçırma. heh, benden sana nasihat. koy bunu aklına. ikindi okundu mu gı?

- ne düşünüyorsun?
- şu, benim yazlık olayını. bir de benim daireye ikinci katı çıkıcam.
- peder ne diyor?
- ne desin. işte.. öyle..
- adam haklı oğlum. ne yapıcan ikinci katı? bir de yazlık mazlık diyorsun, götüne mi sokucan?


yazar notu: not mot değil de, 'dünyaya kazık çakmak' deyimi bu adamdan mı geliyor acaba? bir de 'kazık'tan güzel çakmak markası olurmuş.

okur notu: not mot değil de, 'not mot değil' yazmışsın. ben de sana soruyorum: 'yazar mazar' oluyor ama değil mi!

yazarın okura yanıtı: siktir git lan ibne. beğenmiyorsan okuma.