29.1.11

keman çalar, timsah ağlar

caddeye çıktım.
köşe başında saygısız bir orospu gördüm. kanlar içinde yerde yatıyor, vajinasını kaşıyordu. ölürken, zevkine masturbasyon süsü veriyordu.. karlar nota gibi düşüyor, karlar insan gibi üşüyordu.
kalın bir manto ve kirli bir sakalla edebiyatçılara ilham veren o meşhur adamı kürkçü dükkanının camından çakmak gazı doldururken fark ettim. biraz sonra kendini 70 model chevrolet'nin önüne atıyordu. ölümüne sigara süsü veriyordu. yapraklar pantomim yapıyor, sanatçılar göbeğini kaşıyorlardı.
bir başka kaldırımda seyyar bir ressam vardı. 'kürk mantolu madonna'yı çiziyor, sean penn'e benziyordu. en yaratıcı renkleriyle orada sanatı yaşatıyor, en kalın fırçasıyla madonna'yı öldürüyordu. resim can çekişiyordu, müzik ölüyor..
balık lokantasından çıkan sümüklü bir çocukla göz göze geldik. selpağını satmak için üzerime hamle etmeye yelteniyor, bunun için takati kendinde bulamıyordu. suratında o kadar çok sıvı vardı ki, bir insan yaptığı işle bu kadar ters düşemezdi. içinde, içinde bulunduğu dünyayla çok ters bir dünya, dışında, dışlandığı düz bir hayat mevcuttu.
sahile indim.
bembeyaz saçlı bir kadın keman çalıyordu. biraz onu dinledim. çok güzel ve içten çalıyordu. konçertosunu bitirdikten sonra gelip yanıma oturdu ve bir-iki dakika hiçbir şey konuşmadık. İkimiz de hala bu sessizlikte müziğin etkisini yitirmemiştik.

- vivaldi.. vivaldi gibi çalıyorsunuz. alınmayın ve bağışlayın beni böyle bir benzetmeden rahatsız olduysanız ama tarzınız bununla da sınırlı değil bence.

aslında gayet kendine özgü bir tarzı vardı. içimden onu vivaldi'ye benzetmek gelmişti. çünkü, çoğu soğuk otel odalarında yatağa uzanıp odayı keşfeder, oraya hayali bir pikap koyup, klasik plaklar yerleştirirdim ve sessizliği bozardım; böylece istediğim müzisyeni odaya getirir, istediğim müziği dinleyebilirdim, çoğu zaman da vivaldi'yi. o yataklarda öylece hissettiğim şeyleri şimdi sahilde, bu kadının yanında hissetmiştim. hiçbir şey demeden kemana sarıldı ufaktan. sanki, ‘vivaldi benzetmesinden rahatsız olunur mu, aptal!’ der gibi bir ufaktan sarılıştı bu. yayı, tellerle buluşturur buluşturmaz da ışınlanarak caddeye iniyordum. kalın mantolu-kirli sakallı adamla saygısız orospu el ele kitapçıdan çıkıyorlardı. kadın, elindeki charles bukowski’nin ‘ölüler böyle sever’ kitabının sabırsızlıkla önsözünü okuyor, adam çakmağını ateşliyor, caddenin en naif restoranını arıyordu. aynı anda restorandan sümüklü çocuk çıkıyordu. düşmek üzere olan en taze sümüğünü cebinden hızlı bir silahşör eliyle çıkardığı selpakla temizliyor, öğle tatilini etli soteyi midesinde hazmederek bitirirken babasının elinden ayrılıp arabaya biniyordu. elinde habire salladığı fırçasıyla orkestraya şeflik eden seyyar ressam madonna’sını bitiriyor, onu da yenilerin arasına yerleştiriyordu. yanına gidip fiyatını sorduğumda neredeyse ekmek parasına tablosunu bana satabileceğini söyledi. karşıdaki lokantayı gösterip ana menüye bakabileceği bir sandalyesi olursa, bu öğle yemeği için bana minnettar kalacağını, tablosunu evimin en barok kokan yerine asmamın iyi olacağını söylüyordu. kalakaldım.
sanırım müzik durmuştu.. ’beyaz saçlı kadın kemanını çalarak uzaklaşır, gece soğuk otel odasına dönecek adam tek başına dalgaların sesini dinler’di.. edebiyat ihtiyaç molasındaydı.

19.1.11

sanatı katleden adam

mahalleye bir şair taşınır. meydanın en büyük kahvehanesinde sakinlere sanat sunar:
''- çıplak bedenime sarılan bir öksüz ol!
elbiselerimin ve ruhumun arasında
ya kalın bir manto gibi yağmurdan sakınayım seni
ya da ruhuma sarayım bedenini
korkma!
ısıtacak aşk bizi, bu şubat ayazında.''

herkes, alkışlıyordu bu sözleri. sonra o adam lafa girdi:
''- şubatları fena soğuk oluyor azizim, senin gocuk da içten yünlü galiba. iyi ısıtır vallahi. öksüzü de ayrı bir ısıtır he. hehe..''
şair şaşkındır:
''- ama böyle olmaz. böyle olmaz ama.''
tarkan filmlerindeki babacan sesli o adama benzer bir kahvehane sakini vardır, o atılır:
''- siz onun kusuruna bakmayın. tam idrak edemedi o.''
''- ama olmaz böyle. hayır. lütfen!''
''- ben onun adına sizden özür dilerim.''
''- adı ne?''
''- kamil.''
''- pekiyi, sorun değil. yitirilen bir nefes gibi unuturum hemen, umarsızca.''
''- güzel gocukmuş kanka.''
''- ama bakın hala yani..''
''- oğlum git buradan. şair efendiyi kızdırıyorsun.''
''- lütfen ama.''
''- el si vaikiki mi o?''
''- böyle olmaz, lütfen. istirham ediyorum.''
''- kamil bey oğlum, siktir git artık!''
''- lütfen. siktirip gidin.''
''- şair bey!''
''- kusura bakmayın. ağzıma yakışmadığının farkındayım.''
''- tamam, gidiyorum. şiiri beğendim ama.''
''- lütfen.''
''- lütfenine sokayim''
''- ama olmuyor bakın. bakın! lütfen ama.''
''- kamil!''
''- kusura bakmayın hakkı baba. ama şiir bok gibi. öksüzleri sarıp sarmalayacakmış. nerede bu mahallenin onuru!''
''- ama olmuyor böyle sürekli. bakın. hayır ama lütfen.''
''- hala aynı şeyleri söylüyor hakkı baba: hayır, ama, lütfen, bakın, olmaz, hayır, lütfen. mal bu bence.''
''- ama olmadı yine şimdi bu. hayır.''
''- şair bey oğlum, siz de biraz abarttınız gerçekten, şimdi düşününce..''
''- olmadı hiç yine bu şimdi, yok, hayır. lütfen.''
''- şair bey oğlum tamam, yeter artık, uzatmayın siz de isterseniz.''
''- lütfen ama olmadı, hayır.''
''- af edersiniz ama siz de saçmalıyorsunuz ikidir şair bey.''
''- yakışmadı bu şimdi, hiç oldu mu!''
''- şair bey, gidin.''
''- mu oldu hiç, şimdi bu yakışmadı!''
''- siktir git lan amına koduğumun şairi!''

hakkı baba'dan oldukça sert bir tavır olmuştu bu. kamil de sinirlenmişti bu pervasızlığa büsbütün:
''- siktir git lan buradan uğursuz iblis!''
''- ama şimdi..''
''- siktir git lan!''
''- sonbaharda düşen yapraklar gibi sararıp
düşerim bir gönül limanına bu kentten
ayrılıklar böyle acı ve tuzsuzken
büsbütün kaplar derinimi yalnızlık.''
''- senin ananı avradını.. siktir git lan, ibnenin oğlu!''
''- mevsimlerin elvedalarını sakladım yüreğime..''
''- adam gitmiyor.''
''- ve vedalar bıraktım yarının mevsimlerine..''
''- biz mi gitsek hakkı baba?''
''- sonbaharda ilk bahar, ilkbaharda son bahar gibi..''
''- haydi beyler, kalkalım buradan en iyisi.''
''- kattım seni yüreğimin dibine.''
''- şiir de bok gibiymiş.''
''- ama böyle olmuyor, lütfen ama.''
''- uzayalım beyler.''
''- lütfen.''

ve böylece kaçar olmuş kahvehane ahalisi şair efendinin yanından.
''- ama hayır şimdi, olmadı böyle, lütfen, bakın.
siktir git lan ibne!
''- lütfen.''

17.1.11

kürk mantolu madonnam*

''- Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilemediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilmeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığı bir çok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim bir çok dostlarım vardır. Şimdi ben bütün bu insanlara aşık mıyım?''
Galiba bir rüya haliydi. Bir melek gülücükler saçarak yanıma iniyor ve bana şunları diyor: 'Sana, seni önemsediğimi kanıtlayacak bir şey veriyorum.' Hediyeyi alıyorum. Meleğin ihtişamına öyle bir kapılıyorum ki, verdiği hediyeyi oracıkta unutuveriyorum. Ertesi gün tekrar geliyor ve akla ziyan küstahlığımı tebessümüyle yok sayıyor. Benim Sabahattin Ali şiirleriyle ve Madonna şarkılarıyla meşgul bir zamanımda yine en az hediyesi kadar güzel elleriyle bana bir kitap uzatıveriyor. Yine de önyargıyla okumayacağıma söz veriyorum. Bu meleğin güzelliğine kapılarak, sırf bu yüzden kitabı seversem Sabahattin Ali'ye büyük bir haksızlık yapacağımı düşünebilecek kadar gücü bulmayı bekliyor, başarıyor, okuyorum. Önyargısız, soluksuz, hecesi hecesine..
''- Evet. En çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça aşıksınız!''
''- Şu halde neden beni kıskanmadığınızı söylüyorsunuz?''
''- İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.''

Şu sanatçıların akıldan geçen kalbe konan yapıtları neden umumiyetle en cuk ve en beklenmedik anlarda hayatıma düşer bilemiyorum. Üstelik elinden zehir olsa içeceğiniz birileri size şerbet veriyorsa böyle anlarda, otobüste yaşlı bir insana yer verdiğiniz zamanların mahsulünü toplarmış gibi hissediveriyorsunuz kendinizi sanki. Aşk'ın ruhuna büründükten sonra gücünü de öğrendim ve Sabahattin Ali bunu iyice kalbimde pekiştirdi. İşte aşkın gücü hakkında benim kalbime kesin kanıtlar sunabilmeye yeten ama şifresini pekala çözemediğim bu his hakkında Raif'in içsel, edebi cümleleri: 'Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar çok mesut edebiliyor?' Bu soruyu nasıl cevaplamak uygundur? Ya da bu aranan cevap mümkün müdür? 'İnsanın içinde ne müthiş kuvvetlerin saklı olması lazım!' Bunu anlatmaya çalışmak çaresizliğe örnek teşkil edebilir mi? O halde hissetmek, çaresizliğe çözüm olabilir mi?
''- Benim beklediğim aşk başka! O, bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka... Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilmez bir istemek!''
Bana uyumadan önce bir hikaye anlattınız ve var olan uykumu da kaçırdınız! Sevginin de, nefretin de aşktan geldiğini anlattınız. Zaten dönüp durur olduğum daireyi bana peydahladınız. Türlü hayatların içine sokup çıkardınız. Suç ve Ceza'yı hatırlattınız, Genç Werther'in Acıları'nı gösterdiniz, Ümit Yaşar Oğuzcan yüreğinden bir kopyamı çıkarttınız. Geçen geceki melek tekrar çıkıverdi o zaman. Kitabın henüz yarılarındayken bana nasıl gittiğini sordu. Raif Bey'den parçalar taşıdığımı söylercesine onu sevdiğimi ilettim ve benim Kürk Mantolu Madonnam, o ihtişamlı melek, bana Maria'nın ruhunun, sanki onu kendisi taşıyormuşcasına anatomisini çizdi. Aslında ben kendimi, Raif Bey'i, Maria'yı tapusunu imzaladığım o dairemde benimser, sever olmuştum. Meleğe, aşkın tüm bu güçlerine dayanarak, Raif Bey'in Madonna'ya bunu hissettirmesi gerektiğini söyledim. Sabahattin Ali'de biliyordu bunu. Oysa Raif Bey kelimelerin güçsüzlüğüne yenikti. Doğaldı. Anlıyor ama anlatamıyordu. Bunu o da başaramayacaktı. 'Maria' dedim yüz bin kere, 'Maria!' Anlayabilecek misin? Görebilecek misin? Sorgularına, korkularına ve hükümlerine hak ettikleri yersizliği verebilecek misin? Çünkü kalbinde bunlara yer yok senin. Tanrıya, meleklere, kendine, aşka yapman gereken şey gibi: İnanabilecek misin?
''- Bu söylediğiniz bir an meselesidir. İçinizde mevcut olan sevgi, alaka, sarih olarak bilinmeyen bazı vesilelerle, zamanı tayin edilemeyecek olan bir anda, birdenbire birikir, yoğunlaşır, nasıl tatlı tatlı ışıtan güneş ışığı bir adeseden geçtikten sonra bir noktada toplanıyor ve yakmaya başlıyorsa, kuvvetini fevkalade arttıran bu sevgi de sizi sarar ve tutuşturur. Onu dışarıdan birdenbire gelen bir şey zannetmek doğru değildir. O, içimizde zaten mevcut olan hislerin bizi şaşırtacak kadar şiddetlenivermesinden ibarettir.''
Raif Bey'in kalbi keşfedilmesi gereken bir sırdı, yalnızca Maria'nın çözebileceği.. Hep bu sırrı anlatabilmesini bekledim ondan ama yanılıyordum, 'bazı hakikatler var ki bu yolda, anlatırken bile sır kalmalı' denen şey buymuş. Bu hakikat anlatılabilinir miydi? Evet Raif Bey anlatabilmişti, yalnızca ona hapsolarak..
''- Şimdi aramızda noksan şeyin ne olduğunu biliyorum.'' diyordu Maria. ''- Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış...''
İşte benim Maria'm inanıyordu. Sırrı boğazından yakalayıverdi. O an meleğe ithafen bir göz kırpıverdim. O yanımda olmadığını sanıyor, ben yanımda olduğunu sanıyordum. Ama aşk.. Aşk, onun içimde olduğunu biliyordu. İşin gerçeklik kısmı yalnızca teferruattı. Romandan sonra tekrar yalnız kaldık. Som sessizlik benim için cümleler yaratıyordu:
Seninleyken zamanın her saniyesi değerlendirilmeli; yanımdayken gözlerinle, saçlarınla, ellerinle, dudaklarınla.. içimdeyken tanrısallığınla..

1.1.11

Şemsiye

04.32
Gözlerimi açtım.
Saati neden 4.30a ya da 4.35e kurmadığımı biliyordum. Netliklerden her zaman hoşlanmadım. Bu yüzdendir ya başıma konan musibetler. İnsanların çok fazlasının çok netliğinden. Budur beni farklılaştıran.

04.33
Evet evet, bu!

04.34
…Bu.

04.35
Tıraş olmam gerekiyordu.İşe geç kalabilme korkusu ruhumdan sıyrılıp bedenimin en müstehcen kısmından en ücra tarafına kadar yayıldı.Yaylı yatağımdan derhal yaylandım. Ereksiyonumdan huylandım. ‘Ulan’ dedim, evi bu sabahki terk edişime daha yirmi beş dakika vardı. Yüzümü yıkasam on beş saniye, çişimi yapsam yirmi beş.. etti mi sana kırk! Yirmi saniye de beklenmedik zaman kayıplarına verdim: ‘bir dakika’ dedim ama sonunda ünlemi olmayan bir dakika. Zamanı ifaden bir tepkime. Geriye kalır yirmi dört dakika. Yirmi dört dakikada neler neler olur! Kobe Bryant kırk sayı atar, Mert Nobre dört tane yüzde yüzlük gol kaçırır, beş felsefe sorusu çözülür, insan yaşlanır be! Bunu en iyi şekilde kullanmalıydım. En değerlisinden bir frikik. En önemlisinden bir tercih.

04.37
Facebook’a girdim. Şu, gece tükettiğim sıvılar beni bir dakikalık hesaplanmamış zaman kaybına uğrattılar. Arkadaş isteklerime boş boş sırıtıp, mesaj kutumun artık beni şaşırtmayan rutinliğine seri bir geçiş yaptım. Eski kız arkadaşımın ‘yeni bir ilişkisi’ var durumunu görmenin tedirginliğini yaşayıp derin bir iç çektim sonra. Nazlı’dan ‘kimi seviyor’ isimli şarkıyı açıp fotoğraflarıma baktım.

05.01
Şemsiyemi kaptım ve yola koyuldum. İşbaşı için sabah yediyi bekleyen kepenkler, müşteri arayan gececi şoförler, nadiren sarhoşlar, ısırmayacağını havlayan köpekler, Uludağ gazoz kapakları, spor sayfası havada uçuşan Birgün gazetesi, sigara molası veren fırıncılar, araba sileceklerini yastık eden kediler, sabah namazı için camiye giden yaşlı adamlar, serseriler, dilenciler, otçular, pezevenkler hepsi dışarıdaydılar, benim gibi erken kalkma derdi olan birkaç kişiyle birlikte. Yağmur Zülfü Livaneli şarkıları gibiydi; sakin, aç, oturaklı, inceden çiseliyordu. Rüzgar daha çok Seren Serengil’i anımsatıyordu; kırılgan, belirsiz, örselenmiş ve porselen. Şemsiyeyi açıp açmamak arasında gidip geldim, gidip gidip geldim, bir gittim bir geldim, gittim gittim geldim, geldim geldim gittim, ohh!..

05.06
Şemsiyeyi açtım. Kalabalık arasında farklı görünmekten oldum olası haz etmem. Sabahın bu saatinde kayda değer bir kalabalık olmamasına rağmen bu haz etmeyişim varlığından istifa etmedi. Sonra düşündüm ki, beni rahatsız eden şey kalabalıklar değildi, dış dünyaydı. Haberlerdi, enkırmenlerdi, yayın akışlarıydı. Ne Serdar Ortaç’ın varlığından rahatsızdım ne de brokoliyi ilk yediğimden bu yana hala damağımı gıdıklayan hatırasından. Spikerleri sevmiyordum, sesini kalınlaştırıp reklamlarda konuşan oyuncuları. Yoksa ağaçlar, rüzgarlar, sokak köpekleri, ayyaşlar, yağmurlar sevimliydi benim için. Evet, şemsiyeyi açmak dert değildi ama bu yüzden farklılık yaratmak husumetti, gamdı, inatla brokoli tadını süpürmeyen, göğüs kafesimdeki sıkışmış geğirtiydi. Kapişonlu bir genç geçti yanımdan. Çiseleyen yağmur o kapişonunu kafasına geçirmesi için onu tatmin etmeye yeterli olamamış görünüyordu, belki bu yüzdendi damlalarını yavaştan hızlandırması. Çiftçiler tarlalara rahmet olduğu için seviniyorlardı, pinti bir Fiat Albea sahibi haftalık otomobil temizliğinden sıyrıldığı için mutluydu, İstiklal’de gece kulübünden çıkan aşıkların romantizmle içleri için kıpır kıpırdı.

05.09
Bense beni gafil takıntımdan kurtarıyor olmasından mutluydum. Az ileride otuzlu yaşlarda, hımbıl yürüyüşlü, kızıl saçlarını kafasının arkasında topuzlaştırmış, muhtemelen sol ayağı sağ ayağından daha kısa olan, sağ ayakkabısının topuğunu inceden kırmış, kaşkolunu boynunda yedi kez tavaf ettirmiş, sekse ve başarıya aç bir kadın şemsiyesini açıyordu. Uyumadan evvel ellerimle taradığım saçlarımı yağmurda harap etmek istemememden gerçekleştirdiğim eylemin sonunda artık bu fiilde yalnız değildim. Eğer dışarıdaki farklı adam benseydim bu kadın da suça ortaktı. Yavaştan tebessümlenir oldum. Mutlu bir güneşe ben doğacaktım, hissediyordum. Şu sürü psikolojisi dedikleri şey hakikaten de doğruymuş. Bu kez, deneyin q’su bendim galiba. Tencerede kısık ateşte, bol yağ ve tuz içinde patır patır açan mısırlar gibi açılıyordu şemsiyeler. Aman sabahlar olmasındı, naynana hoy, ninayda hoy nanaydaydı. Şu enteresan kadınla trafik ışıklarının boğaları sinirlendirecek bir uyarısıyla yan yana geldik. Az önceki tarifime ek olarak Yıldız Tilbe’yi anımsatıyordu. Dudağının alt kısmındaki beni oraya yakışmadığını haykırıyor, yüzündeki solgun ifade az kaldı hayata neden küstüğünü anlatmaya çalışacak gbiydi. Burnuysa Cryano Bergerac tiratlarını akla getiriyordu.

05.16
Yeşili beklemeden geçtim karşıya. Minibüs son yolcusunu bekliyordu. Beni bağrına bastı. İstikametim iş konusunda hep aynıydı: Halkalı. Şu apaçilik olayının başkentlerinden biri. Tüm Halkalı’yı bu yüzden eleştirmesem de tüm Halka’lı apaçileri eleştirebilirdim. Ama bir kez olsun eleştirmek yerine onlara doğru yolun ne olduğunu gösteremez miydim? Gerçi yol neydi, doğru olan kime göre, neden doğruydu? Herkesin doğrusu farklıydı. Doğru olan şey; felsefe yapmaya zamanımın olmamasıydı. Onlara sadece doğru olduğuna inandığım bir hareketi gösterecektim, hepsi bu. Artık araçtayken aklımda tek bir şey vardı. Bu ince elbiseli insanlara; dar paça kot pantolonlu, çakma Adidas eşofmanlı, yapışma konusunu dert ettirmeyen harika jölelerle bezenmiş saçlı insanlara vereceğim tek bir mesajın heyecanıyla doluydum. Araç radyosunda Ferdi Tayfur’dan ‘susadım çeşmeye/gelmez olaydım’ın çaldığı dakikalardı.

05.42
Minibüsten indim ve Halkalı’ya Cüneyt Arkın’ın Vahşi Kan filmindeki ‘kan akacak’ repliğini söylediği andaki bakışıyla baktım. Şemsiyemin cırt cırtını açtığımda sanki bir ‘dan’ efekti olduğunu hissettim. Kolumu kaldırdım ve ilk önce çiseleyen daha sonra hızlanan yağmurun burada şiddetlenmesine rağmen ortalıkta tek bir açık şemsiyelisi olmayan semtine o gerçeği haykırdım. Usulca, tadına vararak, hissederek, bir ekmeği bölüşürcesine, bir zanlıyı yakalarcasına, ilk Oscar’ını komedi filminden almış bir aktör gibi.. Bağımsızlığı icad etmiş, özgürlüğü kutsamış gibi; aşk gibi sevda gibi, yer yer William Wallace, yer yer Spartacus gibi. Tanrıların bile imrenerek bakacağı bir başarının anı, o kutsal zamanın gerçekleştiği zaman, işte buradaydı, meleklerin ruhuna ithaf edilmiş bir zafer. Yıllardan bu yana kimliğini edinememiş, iç kavgaların bitmediği, tanrının rahmetini eksik ettiği, ruhsuz, bunalımlı ve yıkık bu semte varoluşunun tapusunu uzatıyordum. Bir devrimin cesur kahramanı oluyor, büyüyor, büyütüyor, öğretiyordum. İşte o an yüreğim kalıbına sığmıyordu. Yuvasından çıkıp tüm Halkalı’yı evladını sarmalayan ana gibi sarmalıyordu. ‘O benim!’ diyordum herkese: ‘Mucizelerin Fani Yaratıcısı.’ ‘Sizlere selamet getirdim.’

05.43
Musluğu kapatınca hani su hop diye kesilir ya aniden, yağmur da öyle kesildi birden. Şemsiyemle birbirimize bakakaldık. Halkalı’lar Mucizelerin Fani Yaratıcısı’nı siklemediler. Omuzlarımı silktim ve yeni doğacak güneşe selam edip dilime bir anda dolanan bir türküyle AVM’ye yürüdüm: ‘halkalı şeker, basiretlik çeker/çok nazlanma güzel yarim, cahilim aklım gider.’

(Hikayenin ana hatlarını yaratan Cankut Altıparmak’a teşekkürlerimle.. )