1.1.11

Şemsiye

04.32
Gözlerimi açtım.
Saati neden 4.30a ya da 4.35e kurmadığımı biliyordum. Netliklerden her zaman hoşlanmadım. Bu yüzdendir ya başıma konan musibetler. İnsanların çok fazlasının çok netliğinden. Budur beni farklılaştıran.

04.33
Evet evet, bu!

04.34
…Bu.

04.35
Tıraş olmam gerekiyordu.İşe geç kalabilme korkusu ruhumdan sıyrılıp bedenimin en müstehcen kısmından en ücra tarafına kadar yayıldı.Yaylı yatağımdan derhal yaylandım. Ereksiyonumdan huylandım. ‘Ulan’ dedim, evi bu sabahki terk edişime daha yirmi beş dakika vardı. Yüzümü yıkasam on beş saniye, çişimi yapsam yirmi beş.. etti mi sana kırk! Yirmi saniye de beklenmedik zaman kayıplarına verdim: ‘bir dakika’ dedim ama sonunda ünlemi olmayan bir dakika. Zamanı ifaden bir tepkime. Geriye kalır yirmi dört dakika. Yirmi dört dakikada neler neler olur! Kobe Bryant kırk sayı atar, Mert Nobre dört tane yüzde yüzlük gol kaçırır, beş felsefe sorusu çözülür, insan yaşlanır be! Bunu en iyi şekilde kullanmalıydım. En değerlisinden bir frikik. En önemlisinden bir tercih.

04.37
Facebook’a girdim. Şu, gece tükettiğim sıvılar beni bir dakikalık hesaplanmamış zaman kaybına uğrattılar. Arkadaş isteklerime boş boş sırıtıp, mesaj kutumun artık beni şaşırtmayan rutinliğine seri bir geçiş yaptım. Eski kız arkadaşımın ‘yeni bir ilişkisi’ var durumunu görmenin tedirginliğini yaşayıp derin bir iç çektim sonra. Nazlı’dan ‘kimi seviyor’ isimli şarkıyı açıp fotoğraflarıma baktım.

05.01
Şemsiyemi kaptım ve yola koyuldum. İşbaşı için sabah yediyi bekleyen kepenkler, müşteri arayan gececi şoförler, nadiren sarhoşlar, ısırmayacağını havlayan köpekler, Uludağ gazoz kapakları, spor sayfası havada uçuşan Birgün gazetesi, sigara molası veren fırıncılar, araba sileceklerini yastık eden kediler, sabah namazı için camiye giden yaşlı adamlar, serseriler, dilenciler, otçular, pezevenkler hepsi dışarıdaydılar, benim gibi erken kalkma derdi olan birkaç kişiyle birlikte. Yağmur Zülfü Livaneli şarkıları gibiydi; sakin, aç, oturaklı, inceden çiseliyordu. Rüzgar daha çok Seren Serengil’i anımsatıyordu; kırılgan, belirsiz, örselenmiş ve porselen. Şemsiyeyi açıp açmamak arasında gidip geldim, gidip gidip geldim, bir gittim bir geldim, gittim gittim geldim, geldim geldim gittim, ohh!..

05.06
Şemsiyeyi açtım. Kalabalık arasında farklı görünmekten oldum olası haz etmem. Sabahın bu saatinde kayda değer bir kalabalık olmamasına rağmen bu haz etmeyişim varlığından istifa etmedi. Sonra düşündüm ki, beni rahatsız eden şey kalabalıklar değildi, dış dünyaydı. Haberlerdi, enkırmenlerdi, yayın akışlarıydı. Ne Serdar Ortaç’ın varlığından rahatsızdım ne de brokoliyi ilk yediğimden bu yana hala damağımı gıdıklayan hatırasından. Spikerleri sevmiyordum, sesini kalınlaştırıp reklamlarda konuşan oyuncuları. Yoksa ağaçlar, rüzgarlar, sokak köpekleri, ayyaşlar, yağmurlar sevimliydi benim için. Evet, şemsiyeyi açmak dert değildi ama bu yüzden farklılık yaratmak husumetti, gamdı, inatla brokoli tadını süpürmeyen, göğüs kafesimdeki sıkışmış geğirtiydi. Kapişonlu bir genç geçti yanımdan. Çiseleyen yağmur o kapişonunu kafasına geçirmesi için onu tatmin etmeye yeterli olamamış görünüyordu, belki bu yüzdendi damlalarını yavaştan hızlandırması. Çiftçiler tarlalara rahmet olduğu için seviniyorlardı, pinti bir Fiat Albea sahibi haftalık otomobil temizliğinden sıyrıldığı için mutluydu, İstiklal’de gece kulübünden çıkan aşıkların romantizmle içleri için kıpır kıpırdı.

05.09
Bense beni gafil takıntımdan kurtarıyor olmasından mutluydum. Az ileride otuzlu yaşlarda, hımbıl yürüyüşlü, kızıl saçlarını kafasının arkasında topuzlaştırmış, muhtemelen sol ayağı sağ ayağından daha kısa olan, sağ ayakkabısının topuğunu inceden kırmış, kaşkolunu boynunda yedi kez tavaf ettirmiş, sekse ve başarıya aç bir kadın şemsiyesini açıyordu. Uyumadan evvel ellerimle taradığım saçlarımı yağmurda harap etmek istemememden gerçekleştirdiğim eylemin sonunda artık bu fiilde yalnız değildim. Eğer dışarıdaki farklı adam benseydim bu kadın da suça ortaktı. Yavaştan tebessümlenir oldum. Mutlu bir güneşe ben doğacaktım, hissediyordum. Şu sürü psikolojisi dedikleri şey hakikaten de doğruymuş. Bu kez, deneyin q’su bendim galiba. Tencerede kısık ateşte, bol yağ ve tuz içinde patır patır açan mısırlar gibi açılıyordu şemsiyeler. Aman sabahlar olmasındı, naynana hoy, ninayda hoy nanaydaydı. Şu enteresan kadınla trafik ışıklarının boğaları sinirlendirecek bir uyarısıyla yan yana geldik. Az önceki tarifime ek olarak Yıldız Tilbe’yi anımsatıyordu. Dudağının alt kısmındaki beni oraya yakışmadığını haykırıyor, yüzündeki solgun ifade az kaldı hayata neden küstüğünü anlatmaya çalışacak gbiydi. Burnuysa Cryano Bergerac tiratlarını akla getiriyordu.

05.16
Yeşili beklemeden geçtim karşıya. Minibüs son yolcusunu bekliyordu. Beni bağrına bastı. İstikametim iş konusunda hep aynıydı: Halkalı. Şu apaçilik olayının başkentlerinden biri. Tüm Halkalı’yı bu yüzden eleştirmesem de tüm Halka’lı apaçileri eleştirebilirdim. Ama bir kez olsun eleştirmek yerine onlara doğru yolun ne olduğunu gösteremez miydim? Gerçi yol neydi, doğru olan kime göre, neden doğruydu? Herkesin doğrusu farklıydı. Doğru olan şey; felsefe yapmaya zamanımın olmamasıydı. Onlara sadece doğru olduğuna inandığım bir hareketi gösterecektim, hepsi bu. Artık araçtayken aklımda tek bir şey vardı. Bu ince elbiseli insanlara; dar paça kot pantolonlu, çakma Adidas eşofmanlı, yapışma konusunu dert ettirmeyen harika jölelerle bezenmiş saçlı insanlara vereceğim tek bir mesajın heyecanıyla doluydum. Araç radyosunda Ferdi Tayfur’dan ‘susadım çeşmeye/gelmez olaydım’ın çaldığı dakikalardı.

05.42
Minibüsten indim ve Halkalı’ya Cüneyt Arkın’ın Vahşi Kan filmindeki ‘kan akacak’ repliğini söylediği andaki bakışıyla baktım. Şemsiyemin cırt cırtını açtığımda sanki bir ‘dan’ efekti olduğunu hissettim. Kolumu kaldırdım ve ilk önce çiseleyen daha sonra hızlanan yağmurun burada şiddetlenmesine rağmen ortalıkta tek bir açık şemsiyelisi olmayan semtine o gerçeği haykırdım. Usulca, tadına vararak, hissederek, bir ekmeği bölüşürcesine, bir zanlıyı yakalarcasına, ilk Oscar’ını komedi filminden almış bir aktör gibi.. Bağımsızlığı icad etmiş, özgürlüğü kutsamış gibi; aşk gibi sevda gibi, yer yer William Wallace, yer yer Spartacus gibi. Tanrıların bile imrenerek bakacağı bir başarının anı, o kutsal zamanın gerçekleştiği zaman, işte buradaydı, meleklerin ruhuna ithaf edilmiş bir zafer. Yıllardan bu yana kimliğini edinememiş, iç kavgaların bitmediği, tanrının rahmetini eksik ettiği, ruhsuz, bunalımlı ve yıkık bu semte varoluşunun tapusunu uzatıyordum. Bir devrimin cesur kahramanı oluyor, büyüyor, büyütüyor, öğretiyordum. İşte o an yüreğim kalıbına sığmıyordu. Yuvasından çıkıp tüm Halkalı’yı evladını sarmalayan ana gibi sarmalıyordu. ‘O benim!’ diyordum herkese: ‘Mucizelerin Fani Yaratıcısı.’ ‘Sizlere selamet getirdim.’

05.43
Musluğu kapatınca hani su hop diye kesilir ya aniden, yağmur da öyle kesildi birden. Şemsiyemle birbirimize bakakaldık. Halkalı’lar Mucizelerin Fani Yaratıcısı’nı siklemediler. Omuzlarımı silktim ve yeni doğacak güneşe selam edip dilime bir anda dolanan bir türküyle AVM’ye yürüdüm: ‘halkalı şeker, basiretlik çeker/çok nazlanma güzel yarim, cahilim aklım gider.’

(Hikayenin ana hatlarını yaratan Cankut Altıparmak’a teşekkürlerimle.. )