17.1.11

kürk mantolu madonnam*

''- Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilemediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilmeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığı bir çok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim bir çok dostlarım vardır. Şimdi ben bütün bu insanlara aşık mıyım?''
Galiba bir rüya haliydi. Bir melek gülücükler saçarak yanıma iniyor ve bana şunları diyor: 'Sana, seni önemsediğimi kanıtlayacak bir şey veriyorum.' Hediyeyi alıyorum. Meleğin ihtişamına öyle bir kapılıyorum ki, verdiği hediyeyi oracıkta unutuveriyorum. Ertesi gün tekrar geliyor ve akla ziyan küstahlığımı tebessümüyle yok sayıyor. Benim Sabahattin Ali şiirleriyle ve Madonna şarkılarıyla meşgul bir zamanımda yine en az hediyesi kadar güzel elleriyle bana bir kitap uzatıveriyor. Yine de önyargıyla okumayacağıma söz veriyorum. Bu meleğin güzelliğine kapılarak, sırf bu yüzden kitabı seversem Sabahattin Ali'ye büyük bir haksızlık yapacağımı düşünebilecek kadar gücü bulmayı bekliyor, başarıyor, okuyorum. Önyargısız, soluksuz, hecesi hecesine..
''- Evet. En çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça aşıksınız!''
''- Şu halde neden beni kıskanmadığınızı söylüyorsunuz?''
''- İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.''

Şu sanatçıların akıldan geçen kalbe konan yapıtları neden umumiyetle en cuk ve en beklenmedik anlarda hayatıma düşer bilemiyorum. Üstelik elinden zehir olsa içeceğiniz birileri size şerbet veriyorsa böyle anlarda, otobüste yaşlı bir insana yer verdiğiniz zamanların mahsulünü toplarmış gibi hissediveriyorsunuz kendinizi sanki. Aşk'ın ruhuna büründükten sonra gücünü de öğrendim ve Sabahattin Ali bunu iyice kalbimde pekiştirdi. İşte aşkın gücü hakkında benim kalbime kesin kanıtlar sunabilmeye yeten ama şifresini pekala çözemediğim bu his hakkında Raif'in içsel, edebi cümleleri: 'Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar çok mesut edebiliyor?' Bu soruyu nasıl cevaplamak uygundur? Ya da bu aranan cevap mümkün müdür? 'İnsanın içinde ne müthiş kuvvetlerin saklı olması lazım!' Bunu anlatmaya çalışmak çaresizliğe örnek teşkil edebilir mi? O halde hissetmek, çaresizliğe çözüm olabilir mi?
''- Benim beklediğim aşk başka! O, bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka... Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilmez bir istemek!''
Bana uyumadan önce bir hikaye anlattınız ve var olan uykumu da kaçırdınız! Sevginin de, nefretin de aşktan geldiğini anlattınız. Zaten dönüp durur olduğum daireyi bana peydahladınız. Türlü hayatların içine sokup çıkardınız. Suç ve Ceza'yı hatırlattınız, Genç Werther'in Acıları'nı gösterdiniz, Ümit Yaşar Oğuzcan yüreğinden bir kopyamı çıkarttınız. Geçen geceki melek tekrar çıkıverdi o zaman. Kitabın henüz yarılarındayken bana nasıl gittiğini sordu. Raif Bey'den parçalar taşıdığımı söylercesine onu sevdiğimi ilettim ve benim Kürk Mantolu Madonnam, o ihtişamlı melek, bana Maria'nın ruhunun, sanki onu kendisi taşıyormuşcasına anatomisini çizdi. Aslında ben kendimi, Raif Bey'i, Maria'yı tapusunu imzaladığım o dairemde benimser, sever olmuştum. Meleğe, aşkın tüm bu güçlerine dayanarak, Raif Bey'in Madonna'ya bunu hissettirmesi gerektiğini söyledim. Sabahattin Ali'de biliyordu bunu. Oysa Raif Bey kelimelerin güçsüzlüğüne yenikti. Doğaldı. Anlıyor ama anlatamıyordu. Bunu o da başaramayacaktı. 'Maria' dedim yüz bin kere, 'Maria!' Anlayabilecek misin? Görebilecek misin? Sorgularına, korkularına ve hükümlerine hak ettikleri yersizliği verebilecek misin? Çünkü kalbinde bunlara yer yok senin. Tanrıya, meleklere, kendine, aşka yapman gereken şey gibi: İnanabilecek misin?
''- Bu söylediğiniz bir an meselesidir. İçinizde mevcut olan sevgi, alaka, sarih olarak bilinmeyen bazı vesilelerle, zamanı tayin edilemeyecek olan bir anda, birdenbire birikir, yoğunlaşır, nasıl tatlı tatlı ışıtan güneş ışığı bir adeseden geçtikten sonra bir noktada toplanıyor ve yakmaya başlıyorsa, kuvvetini fevkalade arttıran bu sevgi de sizi sarar ve tutuşturur. Onu dışarıdan birdenbire gelen bir şey zannetmek doğru değildir. O, içimizde zaten mevcut olan hislerin bizi şaşırtacak kadar şiddetlenivermesinden ibarettir.''
Raif Bey'in kalbi keşfedilmesi gereken bir sırdı, yalnızca Maria'nın çözebileceği.. Hep bu sırrı anlatabilmesini bekledim ondan ama yanılıyordum, 'bazı hakikatler var ki bu yolda, anlatırken bile sır kalmalı' denen şey buymuş. Bu hakikat anlatılabilinir miydi? Evet Raif Bey anlatabilmişti, yalnızca ona hapsolarak..
''- Şimdi aramızda noksan şeyin ne olduğunu biliyorum.'' diyordu Maria. ''- Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış...''
İşte benim Maria'm inanıyordu. Sırrı boğazından yakalayıverdi. O an meleğe ithafen bir göz kırpıverdim. O yanımda olmadığını sanıyor, ben yanımda olduğunu sanıyordum. Ama aşk.. Aşk, onun içimde olduğunu biliyordu. İşin gerçeklik kısmı yalnızca teferruattı. Romandan sonra tekrar yalnız kaldık. Som sessizlik benim için cümleler yaratıyordu:
Seninleyken zamanın her saniyesi değerlendirilmeli; yanımdayken gözlerinle, saçlarınla, ellerinle, dudaklarınla.. içimdeyken tanrısallığınla..