22.12.11

Mitty Ailesi Yemekte

- hanım, richard nerede?
- odasında, esrar çekiyor.
- akşam yemeğinde herkesi masada görmek istediğimi daha kaç kere söylemem gerekiyor? beş.. dokuz.. on altı.. kaç?
- dokuz mu?
- deli olacağım. zır cinsinden.
- yakınmakta haklısın hayatım fakat richard masanın üstüne vesikalık fotoğrafının bir kopyasını bırakmış. senin düşüncelerine önem veriyor.
- RİCHARD!.. RİCHARD!
- çocuğa bağırma walter. psikolojisini bozucaksın.
- RİCHARD!
- walteer!
- aman be! aman be!.. bu akşam ne sipariş ettin?
- bu akşaaam... bolognesse, yumurtalı sipariş ettim.
- diline sağlık aşkım... richi, o lanet olası esrarı çekme dememiş miydim sana ben!
- yapma walter. çocuk böylece beethoven'ı daha iyi anlayabiliyor. züppeler gibi rap ya da metal dinlemiyor.
- babam da züppeydi virginia.
- baban züppelerin züppesiydi sevgilim.
- şimdi bu iyi mi, kötü mü?
- iyi bebeğim. babanı sevgiyle anmalıyız. haydi, ona dua edelim.
- sevgili ve hoşgörülü tanrım; babam junior danny louis..
- baban junior mıydı senin, ilk defa duyuyorum?
- evet. junior'dı. dedemle aynı isme sahiplerdi. bu yüzden annem bu konuyla çok alay ederdi.
- sen iyi ki de farklı bir isimle ödüllendirilmişsin. yoksa, junior-junior olacaktın.
- sence bu inandırıcı olur muydu...yatak odasında?
- tanrıya dua ederken azmak istemiyorum walter. sevgili babacığımıza dua ediyorduk. lütfen kaldığın yerden devam et.
- babam junior danny louis, hassas ve çalışkan bir adamdı. bana bir fiske vurduğunu bile hatırlamıyorum. çünkü, darbeleri bayıltıcı nitelikte sertti. bunu ayıldığım zamanlar hissedebiliyordum. onu severdim. tüm michigan halkı gibi. esnafla dosttu. yerel yönetimler derneğine en çok parayı bırakan üyelerden biriydi. en azından ilk üç ay. onunla balık tutmaya giderdik, her defasında da... RİCHARD!... her defasında da balık yerine ayakkabı takılırdı oltamıza. sonradan deri işine girdik, biliyor musun hayatım?
- baban mükemmel bir adamdı walter.
- bir keresinde armut ağacına çıkmıştım. babam 'in oradan aşağı, düşeceksin, hergele' diye bağırmıştı ki, hiç unutmam.
- evet.. burada tebrikle anılacak kişi baban değil, sensin hayatım.
- neden?
- böyle enteresan bir olayı hafızanın en işlek köşelerinden birine yerleştirdiğin için.
- o muhteşemdi virginia. bir daha asla böyle bir babaya sahip olamayacağım diye çok üzülüyorum.
- keşke sevgili tonton annen hayatta olsaydı. belki o zaman bir ihtimal olurdu walter.
- kalp spazmı geçirdiğimi hatırlamıyorum walter. sadece nezle oldum ve siz beni şimdiden mezara gömdünüz, ha!
- öyle deme baba. senin için dua ediyorduk.
- siktir lan göt oğlanı.
- RİCHARD!
- bağırma sağır değilim.
- zaten richard'a sesleniyordum babacığım.
- sağır değilim dedim. sağır olmak da istemiyorum. richard'a küçük harflerle seslen.
- richaard!
- geliyorum babacan.
- babacanmış. nereden öğreniyor bu safsataları!
- kıçı boklu bir devlet memurusun walter. torunuma nasıl konuşacağını öğretmeye kalkma sakın.
- baba, virginia'nın yanında böyle söyleme lütfen. kıçımı yıkamayı öğreneli kırk sene oldu.
- adını siktiğimin karısını nereden istediysek sana zaten! annen şu günleri görseydi burnuna maşa sokardı, koca burunlu walter!
- baba!
- babasına soktuğumun..
- richard, ne kadardır sana sesleniyorum, neden cevap vermiyorsun oğlum?
- ne kadardır sesleniyorsun babacan?
- dakikalardır babacan.
- yapma, duymadım. beethoven'ın son senfonilerini dinliyordum, kendimi ayda golf oynarken buldum.
- soktun mu topu deliğe?
- evet büyükbabacan, soktum. üstelik kendimi henry ford olarak gördüm.
- çok esrar çekiyorsun richard. ben kendimi hep danny kaye olarak görürdüm.
- nonoşsun da ondan. bizim zamanımızda öyle mallar vardı ki, ben kendimi hep clint eastwood olarak görürdüm. ben iyiydim. büyükannen kötü. baban da çirkin. annen onunla her gece nasıl sevişiyor, anlamıyorum. koca kulaklı walter.
- koca kulaklı değil baba, koca burunlu.
- bak, artık kendin söylüyorsun.
- isterseniz yemeğe geçelim. julliane bize bolognesse, yumurtalı söylemiş.
- ben yemiyorum o yemeklerden. size afiyet olsun. gece mutfaktan bir şeyler araklarım.

BİTTİ

26.7.11

erwing için 10. boyutu keşfetmek

'BİR GÖZ GEZDİR. SEMPTOMLARA FALAN BAK. BENİ DÜŞÜN TABİİ SEMPTOMLARI OKURKEN. ÇOK ÖNEMLİ BENİM İÇİN. %99 BENDE BUNDAN VAR!'

beraber tool dinlediğim, puding yediğim sevgili arkadaşım erwing'in bilgisayarıma gönderdiği bu iletiyle afyonum patladı. daha yeni masturbasyonlaşmıştım ki, tası tarağı toplayıp, iletinin altındaki linke tıkladım.

- YETİŞKİN ADD.
İŞARETLER, BELİRTİLERİ, ETKİLERİ VE TEDAVİ. -

ADD de neydi? atatürk'çü düşünce derneğinin işareti, belirtisi, etki ve tedavisi de neyin nesiydi? bir dakikaydı! ADD bu değildi. dikkat eksikliği bozukluğuydu. toplumun yüzde 3-5'ini etkileyen ve sıklıkla nörolojik tabanlı bir gelişim bozukluğu olarak kabul ediliyordu. bu bozukluk tipik olarak kendini çocukluk çağında dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik, unutkanlık, tepkilerin kontrolsüzlüğü yahut ani ve dürtüsel tepkiler ve kolayca başka şeylere sapma olarak gösteriliyordu. tırsıtıcı gibi görünse de soğukkanlı karşıladım durumu. erwing'in klavye başında ellerinin titrediğini düşünüyordum.
'e, bende de var add o zaman' dedim.

- sende de mi tutuyor lan yoksa semptomlar, dedi.
- evet.
- peki, bak bende şöyle bir durum var: açıyorum google chrome'u, bir sürü tab açıyorum, bazen 20-30 a yakın, sonra kapamaya başlıyorum. o kadar duramıyorum ki yerimde, bazen aynı siteden iki-üç defa açık kalmış. bazı siterlerde işim yarıda kalmış. bazen facebook'ta statü yazmışım ama bitirmeden başka bir şeye geçmişim ve otuz dakika sonra falan görmüşüm gibi.
- farkedilmeyen maymun iştahlılık işte bu.
- sende de var mı bu?
- farklı şekillerde. otuz tab açmıyorum mesela.
- tamam, o benim ctrl+t'yi bildiğimden kaynaklanıyor olabilir.
- ben mutfağa gitmem gerektiğini algılıyorum tamam mı? beyinsel bir koşullanma oluyor. sonra ne için gideceğimi programlıyorum. mutfağa vardığımda neden orada olduğumu unutuyorum. program siliniyor. sonra geri dönüşüm kutusundan dönüştürme süresince zamanda hatırlıyorum.
- ben bazen resmen ne anlatacağımı unutuyorum. işim gıcık tarafı, anlatırken unutuyorum.
- o işte kesinlikle odaklanma zayıflığından ileri geliyor.
- peki, açıkça konuşmak gerekirse; benim öz güvenim gerçekten bayağı düşük, bu da semptomlardan biri aslında, semptomların getirdiği sorunlardan biri. hatta bazen salak saçma zamanlarda bile vücudum endişe salgılar benim. yani aslında çoğu zaman heyecanlıyımdır ben.
- mesela duş alırken endişeleniyor musun?
- otuz bir dışında bilhassa.
- en azından korkutucu olmayan normların kalıcılığını sürdürüyor!
- ne bileyim, hep bi huzursuzluk harbi var kafamda. mesela, önceleri bir anda deli gibi sinirleniyordum. az telefon kırmadım. bilgisayara kafa attım lan bir kere! her neyse şu son iki yılda on beş-yirmi kere falan bir anda sinirlendiğim oldu ama kendi başıma olduğum için, hep yatıştırmasını öğrenmek zorunda kaldım. iyi de oldu. bir anda deliriveriyordum. çocukken duramazdım, durup durup arkadaşlarıma vururdum, duramazdım yani. sorun bu herhalde, çocukken duramazdım çok sıkılırdım. öyle ki, bu hastalık çocukken daha şiddetli gösterirmiş kendini.
- şimdi sana ilginç bir soru soracağım: böyle, genelde samimiyetsiz insanlarla konuşurken, -bu senin yararına da iyi bir konuşma olabilir, karşındaki çok ciddidir falan ama samimi gelmez sana ya da o an sıkıntılı bir kafadasındır, sorunlu bir kafa, - ki genelde öyleyiz, ben öyleyim en azından.. bir an da o kişinin suratına tükürmek dürtüsü gelir mi içinden? ya da pat diye şaplatmak ağzına?
- ağzına şaplatmak gelir. tükürmeyi pek sevmem.
- ben şaplatmayı da sevmem ama öyle dürtülerim var.
- eğer biri zaten samimiyetsiz gelirse benim gözüme, onu çoğu zaman dinlemem. yani, dinlerim ama siklemem. başka bir kafadayımdır o an. bak yine oldu! biraz önce kalktım bir şey yapacaktım, sonra tuvaletimin geldiğini gördüm. gittim işedim fakat yapacağım şeyi unuttum. siktiğimin add'si!


bu lafla birikte erwing, sanki intihar öncesi son nutkunu atıyordu hayata ve hayat olarak karşısında ben vardım. erwing için tam sikik bir durum. 'sanki hiçbir şey başaramayacakmışım gibi hissediyorum' dedi erwing ve devam etti.

- her zaman umutsuzum ben. ne kadar çok gülmeyi sevsem de diğer gün uyandığımda lanet ediyorum güne. her tarafım ağrıyor. inşaata küfür ediyorum, michigan'daki. bakma, göstermiyorum ama içimde sinir oluyorum dünyaya uyandığmda. tamam belki ağrıyor bi taraflarım ama daha içerilerde bir şey olduğunu düşünüyorum. pesimistliğimin en sade özeti: umutsuzum lan ben! içimde harbiden umutsuzum.

erwing'i severdim. uzun saçları, ot içmediği zamanlardaki bitmeyen enerjisiyle bütünleşir, dalgalanırdı. umumiyetle pantene ile banyo yaptığını düşünürdüm. gülmeden duramazdı. bazen, nasıl bu kadar eğleniyor bu göt, derdim kendime. öyle ki, bu adam, şu anda umutsuzluğunu ifade eden bu herif, daha önceleri bir takım umut etmelerim için beni çaktırmadan gazlayan, teşvik eden, kıskandıran adamdı. onu teskin etmek, bana öğrettiği umutluluğu ona gösterebilmek, onu sakinleştirmek zorundaydım ve ona şunu sordum:

- kaç yıldır umutsuzsun sen hacı?
- kendimi tanıdığımdan beri.
- hadi ya! benim üç-dört sene falan oldu.
- kendimi tanımaktan kanıt içimi tanımak. benimkisi de lise hazırlık dönemlerine rastlıyor. umutsuzdum ama bunu bilmiyordum ilk başlarda. amerika'lıların deyimi ile
quiter'ım ben. yani, oyunbozan da denilebilir. hayatta önüme çıkan her yoldan vazgeçip diğerine geçtim. hep diğer yol daha güzel geldi. müziği bıraktım, basketbolu bıraktım, kaleciliği bıraktım, satrancı bıraktım..
- kaleciliği bırakmamalıydın belki de.
- senin yazılarını bile okumayı bıraktım, ki çok güldüren yazılarını.
- seni aptal herif!
- işte bunun bir yerde son bulması lazım!


tavana bir halat bağlamış olma ihtimali şimdi gerçekten çok yüksekti. onu bir şekilde durdurmanın planlarını yapıyordum. çok hızlı düşünmeye başladım. zzzzzzzz.. mutlak doğrular.. tanrı ve evren.. 4. boyut.. diskopolis.. stephan hawking.. teyzemgiller.. ölüm-yaşam.. uyuşturucular.. hap.. kova.. ot.. ot.. ot.. tool.. stefan graff ve tanrıların arabaları. bir şeyler düşünmüştüm ve tam gaza getirecek bir konuşma yapmaya girişecektim ki, erwing lafa girdi:

- ben sana bir şey diyeyim mi: o kadar umutsuzum ki, kendimi bile öldüremem.
- iyi. bu iyi.. evet.
- neyse senin de başını ağırttım. ağır siktim ama.
- sağlık olsun.


erwing için bir şeyler yapmalıydım. onu umutsuz bir hayattan çekip çıkarmak istiyordum ama bunu nasıl başaracaktım? bir yolu mutlaka olmalıydı. ertesi hafta televizyonda geleceğe dönüş filmine rast gelmemle umut için umudu gördüm. erwing için geçmişe yolculuk yapmaya karar vermem bununla başladı.

geçmişi değiştirmek mümkün olabilir miydi? acilen telefona sarıldım. acaba erwing bu konuda neler düşünüyordu? şu zaman makinesi olayı.. einstein, yer çekimi teorisine göre zaman yolculuğunun en azından prensipte mümkün olduğunu söylemişti. 'evet' dedi, erwing. devam ettim:

- bilim adamları bunun mümkün olamayacağını ispatlamak için çalışıyorlar ama kifayetsiz kalıyorlar günümüzde.
- kedi uzanamadığı ciğere mundar dermiş.
- şimdi, bu durumda bilim adamlarının ve bizlerin en büyük korkusu geçmişe gidip ebeveynlerimizin, dedelerimizin-babaannelerimizin falan canına kıyma mümkünlüğümüz.
bu olasılık var değil mi bu durumda?
- tabii. zaman çizgisi deniyor işte. hatta bir teoriye göre zaman çizgisinden giderken yaptığımız her seçim bizim zaman çizgimizi belirliyor. yani, geçmişe gidip küçük bir seçim değişikliği bütün dünyanın çizgisini etkiliyor dolaylı olarak.
- bu durumda vahim bir noktaya geleceğim. stefan hawking, bu çelişkinin açıklanamadığını öne sürüp şunu demiş: 'pekiyi, gelecekten gelen ziyaretçiler nerede?'
- bunu bilemeyiz bence. belki de hayat çizgimiz çoktan değişti. aslında biz gerçekten olması gereken zamanımızı yaşamıyoruz, bu da olabilir.
- açar mısın?
- bak, zaman çok tehlikeli bir kavram. 4 boyutlu bir şeyi kavrayamayız beyinde. şöyle düşün: biz şu anki hayatımızı yaşıyor olabiliriz ama gelecekte bir makine icat edilip buraya gelen bir kişi küçük bir şeyle hayatları değiştirebilir.
- başka bir boyutta olabileceğimizi mi söylemeye çalışıyorsun?
- 3. boyutta olduğumuz aşikar en azından.
- hawking sorgusunda haklı mı, değil mi?
- bence birazcık hakkı var ama işte zamanla oynamak uzayda sorunlar yaratabileceği için buna kalkışabilirler mi, bilmiyorum.
- hawking, 'gelecekten gelen ziyaretçiler nerede derken' ne demek istiyor peki?
- bize niye söylemiyorsunuz götler tarzında bir çıkışma da olabilir.
- hayır hayır. bu bir sav.
- gelecekten gelen insanlar burada öyle bir teknoloji olmadığı için burada kapana kısılırlardı ve bilirdik onları. işte böyle bir şeyin olmayışı zaman yolculuğunun olmadığını kanıtlamaz ama imkansıza çok yakın bir durumdur. eğer zaman makinesi yapılırsa bundan dört yüz yıl sonra yapılır ancak. kapatma, işeyip geliyorum.


'dört yüz yıl mı! oha! erwing'e yardım etmek için bu kadar bekleyemem. başka bir yolu olmalı' diye düşünüyordum, erwing işerken. sonra erwing geri geldi. '10 boyut olayını biliyor musun' diye sordu.

- hayır.
- sicim teorisinde 10 boyut vardır. 1. boyut; bildiğimiz düz çizgidir. 2. boyut; eni, boyu olan, yüksekliği olmayan düz bir zemin. 3. boyut; bizim yaşadığımız boyut, her gün algıladığımız dünya.
- tırii di.
- 4. boyut; biz 3 boyutlu yaşıyoruz ama zamansal olarak sadece bir nokta kaplıyoruz. yani 'şimdi' dediğimiz zamanın içine hapsolmuş durumdayız ama zaman içinde, ileri ve geri doğrusal bir şekilde hareket edilebilse, 4 boyutlu bir dünyada olmuş olurduk. bir başka ifadeyle, bir insanın doğumdan ölüme kadar, tüm yaşamını, el falı gibi görebilmek 4. boyuttur.
- zaman çizgisi!
- aynen. şimdi, 5. boyuta geldiğimizde iş daha karışıyor.
- muhtemelen.
- 5. boyut; şimdi, 20 yaşında bir çocuk düşün, olabileceği potansiyeller: doktor, avukat, öğretmen, hırsız, evsiz, katil, vs.. hatta ölü.. tüm bu olasılıkları aynı anda görebilmek 5. boyutta mümkündür. seçimini kendin yapabilirsin.
- sanırım evsiz olmayı seçmeyeceğim.
- 6. boyut.
- en korktuğum boyut bu.
- şimdi, bugünü değiştirmek için, misal çok zengin olmak için, geleceğe dönüş'teki gibi geçmişe dönsen ve at yarışı sonuçlarını genç haline versen ve de o sonuçlara göre oynarsan haliyle geleceği değiştirmiş olursun ama bu 5. boyutun yöntemi. 6. boyuttaysan elindeki imkan çok daha fazla.
- mesela?
- mesela, geleceğe dönüş'teki olayları yapmadan, direkt olarak zengin, fakir sağlıklı vs. hallerine gidebilirsin. müthiş değil mi! hepsini bir solucan deliği derinliğinden geçer gibi halledebilirsin. bilim-kurgu gibi geliyor kulağa ama sicim teorisi bunların olabileceğini söylüyor.
- boşalasım geldi, evet?
- 7. boyut; : biz 2011 yılındayız. fakat çevremizdeki fizik yasaları tamamen değişmiş. misal yer çekimsiz yaşıyoruz 'veya' oksijensiz kalınca ölmüyoruz vs.. bu tarz geçişler, 7. boyutta mümkün.
- vay amısını sikeyim.
- 8. boyut; oksijensiz ölmemek ile yer çekimsiz yaşamak arasında 'veya' olması onu tek boyutlu yapar, değil mi?
- umumiyetle.
- işte, bu 'veya' yı kaldırıp onun yerine 've' koyarsak, yani, hem oksijensiz hem de yer çekimsiz yaşayabiliyorsak bu 8. boyutta olduğumuzu gösterir.
- şukela bir hadise.
- 9. boyut; aynı anda, yerçekimli ve oksijenli dünyadan, yerçekimsiz ve oksijensiz dünyaya geçebilmenin boyutudur.
- gitgide 4.boyuta doğru geçtiğimi hissetmeye başlıyorum artık.
- 10. boyut; bütün evrenlerin, bütün zaman çizelgelerinin, bütün olasılıkların, bütün herşeyin tek bir noktada toplanmış halidir.
- audrey hepburn gibi mi?
- evet.
- evrenler arası geçişler, ha!


ben aslında sadece ufak bir geri zamanlama yapıp, erwing'in umutsuzluklarına neden olan etkenlerin ayarlarıyla oynamak ve son bir kez canlısından michael jackson konseri izlemek istiyordum. 'yani bunları düşündüğümüzde evrene gel, olaya gel' dedi erwing.

- biz bokuz yani, erwing?
- insan çok önemli falan diyorlar ya, sik değil!


eyvahlar olsundu! erwing'i kurtarayim derken iyice çıkmaza sürüklüyordum. tarih öncesi çağlardan bu yana hala 3. boyuttaydık. evrenler arası geçiş yapma fikri içimi hoş etse de en azından 4. boyuta geçmek, erwing'in zaman çizgisinde daha umutlu yaşayabilmesine yetecek olduğundan bu boyutun hayali heyecanımı uyandırıyordu. kalbim 'küt-küt, küt-küt' diye atıyordu. 4. boyuta hemencecik geçebilmenin imkansızlığını anladım. tüm bu ışık hızları, zaman makineleri, rasta saçlar şimdilik uzaktı bana. yapacaktım ama bir şeyler.

ertesi gün gün bizim kevin'ı aradım. şu 'link' kevin. bağlantımız sıkıydı. erwing'in durumunu anlattım. çok üzüldü. seksi yarıda bırakıp hemen yanıma geldi. sicim teorisini konuştuk. bana bunu halledebileceğini söyledi. o akşam erwing için toplandık. onu mutlu edebilecek bir listeyi hayata geçirip, pahalı bir alışveriş yapmıştık. içkiler, kuru yemişler, pastalar, çerezler.. kevin cebindeki ilacı çıkardı. jamaika topraklarından gelen mükemmel bir mal olduğunu söyledi. bir tane sigara yapıp erwing'e uzattı. 'ateşle' dedi. sicim teorisi deneyi bu noktada başladı ve gecenin ilerleyen saatlerinde 4. boyutu çoktan aşmıştık. 'bu mal harika dostum' dedi, erwing.

- öyle ki, inekler bunu yemeyip içiyorlar dostum.
- ahahah. rihanna'nın götünü sikiyim!
- sanırım erwing bir boyut daha atladı.

gecenin sonunda 10. boyuta ulaşmıştık. her şey erwing içindi. iyi de içti hani ibne! olsun yarasındı aslana. umutsuzlukların boğucu karamsarlıklarını ezdi geçti erwing. o kadar mutluydu ki, yanakları sıkılasıydı. erwing, bana dönüp şunları dedi:

- bu boyutlar meselesinden sonra korum amına! sikerim böyle dünyayı!
- hayat böyle işte erwing'ciğim. dönüp başa geleceğiz ama umudumuz hep yanımızda olmalı, değil mi?
- ulan ibne, manayla sen de iyi ot içtin ha bu gece!.. ne orgazmlar dönüyodur evrende ulan şimdi!
- hepsini birleştirsek neler yaratabilirdik!
- evren yapan evrenler olabilir mesela.
- tanrı kaçıncı boyutta yaşıyordur lan acaba?
- o değil de, 100 dolarım olsa iyi olurdu şu anda.


kevin'ın bu sırada kolası bitmişti.

- çıkar mı lan bir bardak daha?
- çıkmaz gibi.
- hiç umut yok mu?


yine bir umutsuzluk.
yine bir karamsarlık.
yine bir hicran.
e, napalım; bir de kevin için keşfettik 10. boyutu.

25.7.11

resmi seks için müzakere

- kızımın peşini bırakmak için kaç para istiyorsun?
- çok para istiyorum.
- son bir kez deneyeyim dedim. gençler aralarında sevişmiş..
- sevişmedik! sadece elledim.
- bu da bir denemeydi. aferin. namuslu çocuk. neresini elledin?
- boğazına bir şey kaçmıştı. sırtına vururken dokundum.
- bravo. centilmen de. iki bin liranın üzerinde para alıyorsun? evin, araban var. içki, sigaran yok.
- evet. aynen söylediğiniz gibi.
- maşallah. o halde verdim gitti.
- verdin mi?
- verdim.
- kızın da vermişti!
- e yani şimdi bu tür tavırlar? hiç hoş karşılamadım yani. yok. ı..ıh!
- ı..ıh derken, kakanız mı geldi?
- değil değil, şey bu, olumsuzluk sesgeci.
- sesgeç!
- vazgeç.
- allahın emri, peygamberin kavmiyle..
- kavli!
- kızınızı alıp bir ömür boyu resmi olarak sevişmek istiyorum.
- al al. yanakları da al al.
- okita. kızı alıp sikeyim o zaman.
- kukita.

19.7.11

bir aforizmacının sol meme zaafiyeti

- efendim, öğlen 3 oldu, bugünkü aforizmanızı çıkartmadınız.
- sabahleyin günah çıkarttım ya..
- elbiselerinizi çıkarın ütüleyeyim.
- koltukaltım terlemiş mi?
- nadide biçimde.
- kokuyor mu? koklasana bi.
- enfes.
- duşa gireyim.
- aforizma?
- bugün çıkartmayacağım.
- aman efendim, olur mu! lütfen çıkartınız. halk kapıya dayandı. söyleyeceklerinizi umumiyetle benliklerine yerleştirmek için sabırsızlıkla bekliyorlar.
- gelmiyor aklıma bir şey bugün.
- konsantre olunuz efendim.
- bugün de olmayıversin a canım.
- yapmayın. çıkartın bir tane.
- bok değil ya bu, öyle ıkınınca çıksın.
- daha önce hep çıkartırdınız.
- çıkartmıyorum bugün ya.
- siz neler söylüyorsunuz böyle? halk perişan.
- sikerim halkı.
- aa, ne ayıp. hiç ağzınıza yakışıyor mu bu laflar?
- ne varmış ağzımda?
- çıkarın şu sakızı lütfen. konsantre olun.
- hayat aslında... aslında.. ölümün ardında.. gizli bahçe.. hayat aslında ölümlü bedenimizin... saklı topraklardaki... yağmur.. su.. bedenimiz.. ancak.. hayat..
- aslında?
- aslında ölümlü bahçelerdeki topraklar ve.. vee.. veee.. ormanların gölgesi.. yaprak.. kuşlar.
- kuşlar?
- baykuş.
- ne baykuşu?
- ananın baykuşu.
- neler diyorsunuz?
- seks yok mu?
- sevişilen öpücük gibi mi?
- hiç seks yapmadın mı?
- hayır.
- neden?
- çok ayıp. halk aşağıda..
- halkın taşşağında.
- ne?
- laflar. faso fiso bunlar.
- ya, burkino faso'dan buraya kadar gelen yoldaşlar?
- şu vazoyu götüne sokayim hepsinin.
- lütfen kendinize geliniz. dünkü aforizmanızdan sonra felsefe dünyasında büyük sükse yaptınız.
- büyük sekse ihtiyacım var benim.
- 'seks bedende hükmetseydi yalnız, bütün idealar cenk ederdi ruhta.' bu, sizin lafınız değil miydi?
- kıçımın kenarının lafı. iyi oku bakalım, bir bok diyor muymuşum orada?
- söylediklerinizi inkar mı ediyorsunuz?
- söylediklerimin amına koyuyorum.
- sizi hiç böyle tanımamıştım. bu, siz değilsiniz. içinizde kafir bir ruhun çırpınışları var.
- sevişiyoruz onunla da. bu doğal bir şey. senin memelerini sıksam hoşuna gitmez mi?
- daha önce hiç memelerimi sıktırtmadım.
- ben sıkarım istersen.
- uygun kaçar mı?
- belki uykum kaçar.
- sol memem başarılı değil mi?
- sağdakiyle aynı.
- hayır. bu daha büyük.
- aynı gibi geliyor ve sıkıyorum. meme işte.
- sol memelere karşı zaafınızın olduğunu biliyorum. saklamayın.
- bundan kimseye bahsetme seni şıllık!
- neden sol meme?
- teleferik.
- ne teleferiği?
- konuyu değiştirmeye çalışıyordum sadece.
-on dört yıldır yanınızda çalışıyorum. çayınızı getirip götürüyorum. duş jelinizi kontrol ediyor ve gazetelerinizi alıyorum. bunları aslında neden yapıyorum?
- iyi bir maaşa ihtiyacın olmadığı için mi?
- aforizmacıların çok kazanamadıklarını biliyorum efendim. bu hususta sorun görmedim hiç.
- çok kazanamadığımız hususunda mı?
- az maaşa çalışmam hususunda.
- hususuna sokayim.
- asıl amacım sol meme zaafiyetinizin nedenini öğrenmekti.
- sorsaydın.
- on dört sene beklemeyi tercih ettim.
- neden?
- ciddi bir amaca hizmet eder gibi görünüyor bu şekilde. önceleri mahallede bir-iki kişi konuşurlardı, sizin şu takıntınızla ilgili. gerçekliğini merak ettim. rüyalarıma girdi. çoğunda da dev sol memelerin üstünde zıplıyordunuz. yıllar öncesinin bu küçük dedikodusu bugün kesinliğe kavuştu. siz sol meme zaafı olan biriymişsiniz.
- bir kere o bir-iki kişi dediğin şahıslar bunu nereden duydu yani, o da var?
- belki de götlerinden uydurdular.
- ve sonuç.
- evet.
- bunun bir nedeni yok. elmayı armuttan daha fazla sevmenin ne açıklaması olur ki?
- elma-armut olayı değil bu. elma-elma ya da armut-armut gibi.
- evet. yani, meme-meme.
- açıkla artık.
- açıklamak zorunda mıyım sanki yani? hiç!
- açıklamazsan açıklama ya.
- tamam, dur açıklayacağım. beni gafil avladın.
- şöyle yola gel.
- yok yok, burası iyi.
- dinliyorum?
- sol meme kavramı bana bol memeyi anımsatıyor. oldum olası bolluktan hoşlanmışımdır. beni diğer insanlara yakın tutan nadir yanlarımdan biri bu. bol meme; bu öpülesi çağrışım iliklerime süzülen hayat pınarı gibi bir olgu. büyük memeleri de severim yani bu mantıkla. mesela sağ meme, yağ meme gibi geliyor akla. yağlı yiyeceklerden kendimi bildim bileli uzak durmuşumdur. formumu nasıl koruyamadım sorusuna es geçilecek bir cevap nitelikte, değil mi? yağdan nefret ederim. yağ meme; bu miğde bulantılı çağrışım sağ memeyi hep ikinci plana itti bende. fakat sol meme hayranlığım çok özel bir yerdedir her zaman.
- mutlu sonla biten filmlerin kahramanı gibi hissediyorum kendimi. haydi halka seslen artık.

...........

- eyy halk! bugünkü aforizmamı açıklıyorum: 'beklemek, ahlaksız kılar!' dağılın.

- nietzsche gibi adam.
- dağıldık vallahi.

27.6.11

Marie Antoinette'nin Melekleri

"Elveda sevgili kızım. Fransız halkına öyle iyi davran ki, bize melek gönderildi desinler."

Herkesin bütçesine göre çocuk yaptığı bir dönemdi ve seks düşkünü I. Franz ile Maria Theresia'nın on beşinci çocukları dünyaya geldiğinde saray yetkilisi "ufak ama tam anlamıyla sağlıklı bir arşidüşes" dedi. Vaftiz esnasında Bakire Meryem onuruna Maria ismi verildi. Kendisine "Madam Antoinette" deniliyordu.

- Karolin?.. Karolin? Off.. Nerede?
- (bir ses) Bahçede.
- Bahçede mi? Oyunun kurallarına aykırı davranıyor. Sınırları daha önce konuşmuştuk. O halde ben de göz bağımı çıkartıyorum.
- Gerek yok. Elimi tut. Ben seni oraya götüreceğim.
- Ama sakın ona görünme olur mu? Haydi gidelim.

***

- İşte seni yakaladım Karolin. (göz bağını çıkarır) Ayyy!
- Her yerde sizi arıyordum. Nereye kayboldunuz?
- Karolina'yla körebe oynuyorduk. Yine yemek vakti mi geldi? Sürekli yemek yemek istemiyorum. Bu gidişle çok şişmanlayacağım.
- Henüz çok şişmanlayamayacak kadar zayıfsınız. Karolin nerede?
- Bahçede olmalı.
- Hadi onu da bulalım.
- Bu şekilde olmaz. Oyunu kaybetmek istemiyorum. Eğer katılmak istiyorsan göz bağı takmalısın. Fakat koca Avusturya'da sana göre göz bağı bulunur mu bilmiyorum mürebbiyeciğim, canım.
- Yemekte biber de bulunuyor biliyor musun Marie.
- Bööö!

Bir çok kraliyet evliliğinden farklı olarak, Marie Antoinette'in ebeveynleri aşk evliliği yapmışlardı ve aile hayatından oldukça zevk alıyorlardı. Saray hayatının tüm resmiyetine rağmen kraliyet ailesi özel hayatlarında oldukça sıradan bir aileydi. Maria Theresia iş yoğunluğu nedeniyle kızlarıyla pek az ilgilenebiliyordu. Erkek çocuklarıysa çoktan siyasetin içine atılmışlardı. Marie, bu yüzden zamanının çoğunu kız kardeşi Karolina ve mürebbiyeciğiyle geçiriyordu. Oldukça disiplinli bir hayatın içinde kendine eğlenceler yaratmakta başarılı sayılırdı. Mesela, Mozart'ın senfonilerini ıslıkla çalmak en büyük eğlencelerinden biriydi. Mozart'a değinmişken; en sevdiği sanatçı Mozart'tı. Ona daha şimdiden büyük bir aşk duyuyordu. Öyle sanıyorum ki, bu çirkin çocuğa olan hayranlığının temelini onun müzisyen becerilerinin ve dahiliğinin önüne geçilemez bir tutkuya dönüşmüş derinliği oluşturuyordu. Mozart'ın müzikal zenginliği Marie'nin tüm çocukça düşlerinin olgunlaşmasında alegorik bir yansıma, gerçekle bütünleşmiş bir sihir gibiydi. Doğrusunu söylemek gerekirse, Mozart, kadınları ancak müziğiyle etkileyebilirdi. Bir akşam Marie'nin doğum günüydü ve akşamın özel davetlisi Mozart'tı.

- Gayet başarılı çalıyorsun çocuğum. Senin geleceğin parlak. İlk başta yaptığı şeyi gördünüz mü; gözlerini kapattı ve ellerini çapraz tutarak çaldı.
- Teşekkür ederim arşidüğüm.
- Kaç yaşındasın sen?
- Onbir, arşidüğüm.
- Pek de küçükmüşsün. Söyle bakalım, bu güzel gösterinin karşılığı olarak benden ne istiyorsun?
- Kızınız Marie'yi efendim, eğer uygun görürseniz.
- Marie, duydun mu, benden seni istiyormuş, ne diyorsun?
- Siz nasıl uygun görürseniz efendim.

Bana öyle geliyor ki sevgili okur, Mozart'ın yıllar sonra yaptığı Figaro'nun Düğünü eseri tam da bu geceyle alakalıydı.
Devam eden yıllarda Fransa ve Avusturya'nın müttefik olmasının ardından ittifakın sürekliliğini sağlamak amacıyla bir cinsel birleşmeye de ihtiyaç duyuldu ve Mozart'ın yasaklı aşkı Marie, geleceğin XVI. Louis'si Louis-Auguste ile nişanlandı; Mozart'ın bu süreçteki arabesk ruhunun Viyana'da bozguna uğradığı zamanlar..

***

Louis-Auguste çok utangaç bir çocuktu. Ne diye evlendiklerinin farkında bile değildi. Marie, bir kaç yıl boyunca onun için evcilik oynayacağı bir oyun arkadaşıydı. Marie gibi onun da yemeklerle arası pek yoktu ilk başlarda:

- Yemeğini bitirmeden masadan kalkmayacaksın Auguste.
- Yemeyeceğim baba.
- Söylediğimi duydun. Yiyeceksin.
- Bana ne ya, yemeyeceğim.
- Beş kardeşi ağzının ortasına şaplatırım Auguste.
- Ama baba.. Pekiyi baba.

Auguste, bir süre sonra yemek yeme olayına kendini kaptırmaya başlayınca kralı endişelendiriyordu:

- Çok yiyorsun Auguste. Bu kadar yeter.
- Biraz daha yiyeceğim. Midemde boşluklar olduğunu seziyorum.
- Söylediğimi duydun. Yemeyeceksin.
- Nedenmiş o? Karnım tok iken çok daha iyi uyuyorum.
- Beş kardeşi ağzının ortasına şaplatırım Auguste.
- Ama baba.. Pekiyi baba.

Evlendikleri günden itibaren çiftin yedi yıl boyunca çocukları olmadı. Bu durum, Auguste'un iktidarsız olması konusunu kulislere taşıdı.

- Auguste'un çükü kalkmıyormuş lan.
- Çükü o kadar küçükmüş ki, onu daha önce buralarda gören olmamış.
- Bu kesinlikle düzmece bir evlilik bence. Avusturya-Fransa ilişkileri sağlam olsun da..
- Bunların dini imanı para. Seni beni düşünen mi var allasen.
- Auguste için gizli bir homo diyorlar. Saraydaki muhafızlara gizliden gizliye muamele çekiyormuş. Benim amcaoğlu şantiyede görevli, ben de onun yalancısıyım.

Muamele olayını bilmem ama ilerleyen yıllarda Fransa maddi sıkıntıya girer. Marie Antoinette, bu dönemde ülkenin düşmüş olduğu durum karşısında haraptır. Geceleri gözüne uyku girmez. Bu yüzden umumiyetle gündüzleri uyurmuş.

- Ailemi çok özlüyorum.
- (bir ses) Marie, Fransızlar senin de halkın. Artık kocaman bir kız olmanın da ötesinde Fransa Kraliçesisin. O topraklara nasıl bağlıysan bu topraklara karşı da öyle olmalısın. Nihayetinde Avusturalya'lı olsun, Fransız olsun...
- Avusturya!
- Avusturya'lısı, Fransızı, hepsi aynı ve özünde herkes insan. Biz meleğiz belki ama insanın halinden de anlıyoruz. Sen insan olarak hayvanların halinden anlamıyor musun? Kuşun, kedinin, böceğin falan..
- Evet, anlıyorum.
- Şimdi, buradaki halkına sahip çıkma zamanı Marie. Üstelik onlar seni çok seviyorlar. Bak aynaya!

Melekler ayna tv.den Fransız halkının dedikodularını yansıtırlar Marie'ye.

- Kraliçemiz çok iyi kadın. Ben her gün dua ediyorum ona. Çok da güzel maşallah. Çok seviyorum ben.
- Burnu biraz yamuk mu dersiniz?
- Yok yok, allahı var güzel kız.
- Çok da alımlı, güleç yüzlü.
- Ben de kızım gibi seviyorum.
- İyi kız, iyi kız.

- Kraliçe ferman çıkarsa, emretse, beni sik dese siker misin lan?
- Tabi lan, manyak. Sen sikmez misin?
- Ama ilişkiden sonra serçe parmağını kesecekler. Kabul eder misin?
- Bu tip sorularla gelme bana ya.

Marie, duygulanmıştır. O gece şöyle bir not alır:
"Kendi bahtsızlıklarına rağmen bizlere böylesine iyi davranan bu insanları gördükçe, onların mutluluğu için kesinlikle daha sıkı çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu gerçeği kral da görmektedir. Kendi adıma konuşmam gerekirse, taç giydiğim günü -yüz yıl bile yaşasam da- hayat boyu unutmayacağım."

Fakat Marie'nin kocası üzerinde pek fazla etkisi yoktu. Siyasi mevzularda egemen olamıyordu. Canı çok fazla sıkılıyordu. Can sıkıntısından bunalan Marie Antoinette'in arkadaş çevresindeki gündelik sohbetler entelektüellikten çok uzaktı. Bu sığ sohbetler can sıkıntısını biraz olsun hafifletiyordu. Zira yakın arkadaş çevresi ile konuştuğu konular yardımcısı Madam Campan'dan duyduğuma göre: yeni bir komedyadan şarkılar, günün nükteli sözleri, en seçme skandallar ve dedikodulardan ibaretti. Ciddi ve düzeyli bir sohbet, neredeyse yasaklanmış gibiydi.

Bunca sıkıcı saray yaşantısının Marie üzerinde psikolojik etkiler bıraktığını düşünmem çok da zor olmadı. Marie'nin arkadaşlarını müfettişliğe atamaya başladığını duyduğumda bu psikolojik tarafın ciddiyetinin ne denli mühim noktaya ulaştığını anlamaya başlamıştım.

***

SUÇ

Marie, zamanının çoğunu saraydan ziyade saray arazisi üzerinde bulunan Le Petit Trianon Şatosu'nda geçiriyordu. Şatoyu ve bahçesini yeniden dekore etmek için yaptığı harcamaların sonu gelmiyordu. Evde ekmek bulamazsa pasta yiyordu.
Yirmi iki yaşına geldiğinde tüm dünyaya hamile olduğunu açıkladı. Anlaşılan, Auguste'un pompa ayarlarında sorun yoktu. Saray halkından yüzlerce kişinin gözleri önünde gerçekleşen doğum esnasında acıdan ve utançtan defalarca bayılıp ayıldı. Doğan çocuğuna ilk olarak şunları söyledi:
"Erkek olsaydın devlete ait olacaktın ama sen bana aitsin ve benim tüm alakama sahip olacaksın; mutluluklarımı paylaşacak, acılarımı azaltacaksın."
Küçük oğlu Louis Charles için de şunu söylediğini hatırlıyorum:
"Benim sevgili lahanam çok çekici ve ben onu çılgınlar gibi seviyorum. O da beni çok seviyor tabii ki, ama kendi usulüyle, utanmaksızın.
Annelik ona yaramıştı. Bu içgüdüsüyle daha sevecendi artık ve zamanını hayır işlerine ayırıyordu. Fakat bu durum harcamaların dibine vurmasına neden oldu. Kraliçe, popülaritesini yitiriyordu. İşin içine bir de suni köy yaptırma olayı girince halkın gözünden hızla düşmeye başladı. Birçok kişi, gerçek köylüler çok zor şartlarda yaşamaya çalışırken, dünyadan bihaber müsrif kraliçenin çobancılık oynadığı düşünülüyordu.

***

Saray kuyumcusu, yağ çekmeyi seven, sinsi bir tipti. Kraliçe için bir gün elmastan bir gerdanlık tasarladı ve Marie'ye sundu. Marie Antoinette, kraliyet kuyumcusu tarafından kendisi için yapılan muhteşem elmas gerdanlığı satın almak istemedi. Gerekçesi de çok pahalı olması ve kraliyet deniz kuvvetlerinin paraya ihtiyacı olmasıydı. Israr eden kraliyet kuyumcusunu da şu sözlerle azarladı: " Ben size mücevher ısmarlamadım, daha da ötesi, elmas koleksiyonuma bir karat daha eklemek istemediğimi defalarca söyledim. Ben satın almak istemeyince kral satın almak istedi ama hediye olarak da kabul etmeyeceğimi belirttim. Lütfen tekrar sormayınız."
Bu sırada olayı duyan Fransa yavşaklarından Rohan kardinali Louis krizi fırsata çevirmek için atıldı ve hikayemizde yardımcı bir role soyundu:

- Selam kuyumcubaşı. Sana kraliçenin ilginç bir yanından bahsedeceğim.
- Son derece seksi görünümlü kalçalarıysa mevzu bahis sana katılıyorum.
- Evet, gerçekten muhteşem kalçaları var ama konu bu değil. Fransa'nın durumunu biliyorsun; millet aç, ekonomik kriz zaten ziyadesiyle üstümüzde. Kraliçe de bunun farkında olmalı ki, son zamanlarda kaydadeğer bir müsrifliği olmadı.
- Öyle mi?
- Evet. Demem o ki: kraliçe bu elmas gerdanlığı çok istiyor. Bir türlü şeyine yediremiyor.
- Götüne mi?
- Gururuna. Bu yüzden beni görevlendirdi. Planımız şu: Bunu taksitle senden alacağım ve kraliçeye ulaştıracağım. Kraliçe de bana borçlanacak. Böylece bu ufak harcama için halk kraliçeyi sorumlu tutmayacak ve her şey çözümlenecek.
- Bu fikri sen mi buldun?
- Açıkçası evet. Bizzat kendim.
- Bravo. O halde ben hemen gerdanlığı getireyim.
- Lütfen.

İlk taksit ödendi ödenmesine ama diğer taksitler gelmedi. Fakat halk bu durumu hiç sindiremedi ve bu durumdan Marie Antoinette'nin ağzı yandı. Ona karşı tüm sempatiler yok olup gitmişti. Zaten yetersiz vergilendirme ve ülke sınırları dışındaki bitmek bilmeyen savaşlar nedeniyle Fransız hükümeti çok ciddi borç yükü altındaydı. Kraliçe çok üzgündü. Bu durumdan faydalanmaya çalışan düşmanları gecikmeden Marie Antoinette'in öz oğlunu zehirlettiği dedikodusunu yaydı. Offf, ortalık kaynıyordu. Halk siyasi olarak zor günler geçiren ülkelerinin bu büyük sorunlarının üstüne bir de saray içi yolsuzlukları eklenince 1789'da, Paris'te kraliyet otoritesinin sembolü haline gelmiş olan Bastil Hapishanesi'ne yürüdü ve kontrolünü ele geçirdi. Fransızlar çıldırmıştı. Bu sıradan bir isyan değildi, sanırım bu bir devrimdi.

***

CEZA

Kocası vatana ihanet suçundan yargılandı ve idam cezasına çarptırıldı. Marie Antoinette histeri krizine girmişti. Louis giyotinle idam edildi. Kalabalığın tezahüratlarını duyan Marie Antoinette olduğu yere yığıldı ve uzun süre konuşamadı. Kısa süre sonra Marie Antoinette'in yargılama süreci başladı. Jüri, onu suçlu buldu ve idamına karar verdi.

***

Gardiyan, ellerini bağlamak ve saçlarını kesmek için Marie'nin hücresine geldi.

- Korkuyor musun?
- Bu soru en çok senin için klasik galiba. Saçlarımı kesmen konusunda soruyorsan, evet. Kendimi hiç kel olarak görmedim.
- Yine görmeyeceksin.

***

Alelade, römorklu bir at arabası ile Paris sokaklarında bir saatten fazla dolaştırılarak Devrim Meydanı'na getirildi. Arabadan yavaşça indi ve giyotine şöyle bir baktı. Papaz, Marie'nin kulağına fısıldadı:

- Bu an madam, cesaretinizi kuşanmanız gereken andır.
- Cesaret mi? Tüm sıkıntılarımın sona ereceği bu an, cesaretimin yüzümü kara çıkaracağı an değildir.

Cellad, giyotinin altında Marie'yi karşıladı.

- Kafanızı buraya koyacaksınız madam. Beğenmediniz mi? Bunu yeni icat ettik. Eski rejimden daha modern daha devrimsel bir uygulama.
- Kulağa daha insancıl geliyor!

Marie, taze aldığı derin nefesi ve olanca cesaretine rağmen yeterince sıkı giyinmemiş bir insan üşümesiyle titrerken o zarif, ince, narin ayakları celladın kalın ve mantarlı ayaklarına bastı.

- Özür dilerim mösyö, istemeden oldu.

- ÖLÜME SAYGISIZLIK!
- ADALETE HAKARET!
- TANRIYA KÜFÜR! KAFİR!
- OROSPU!
- SOYUN!
- SOYUN!
- SOYUN!

Çırılçıplak soyuldu. Halk, güzelliğini dilden dile aktardığı kraliçelerini, meydanda çırılçıplak izliyordu. Böyle bir güzelliğin yok edilmesi konusunda o anda bir çok ateşli idam fanatiklerinin bile kısa bir an dumura uğradığını sanıyorum.

- Onunla yatmak için serçe parmağımı seve seve feda ederdim.

Marie, başını celladın söylediği gibi bıraktı.

***

- Ben sıradan bir kadındım.
- Sen cesaretli bir kadındın Marie.
- Beni değiştiremeyen şeyi değiştirmek isterdim. Haydi nedir o, diye sorun.
- Zamanı.
- Karolin.. Karolin nerede?
- Elimi tut. Ben seni oraya götüreceğim.

Başı, çığlıklar atan kalabalığa gösterildi.

23.6.11

bu bir KONT DRAKULA hikayesidir!

TABLO 1. DİNLEMEK, ANLATANI SUSARAK YÖNETMEKTİR.

- her, işe yaramayan şeyi neden göte sokmaya lüzum görür insanlar? gereksizlik! kullanışsız olduğunu söylemiyorum. kullanılma kapasitesini bir düşünün. mesela şu an senin için kullanışlı bir kadın gereksiz değil mi? belki de takımların yağlandı, bilemiyorum.. fakat az para kazanıyorsun, borçların ve harçların altmış dokuz'larda! iki sene sonrasını düşünerek giysi seçiyorsun. iki sene öncesini düşünerek içiyorsun. bedavaya götünü versen almazlar. üstüne para çıkman gerekir. her gün onlarca insan tanımalısın, yüzlerce sayfa okumalısın, binlerce adım atmalısın. bu yüzden donun iğrenç kokacaktır. taşaklarını temizlemen gerekecek. iyi bir jilete ihtiyaç duyacaksın. sonra.. işte yine geldik başa. borçlar-harçlar meselesi. aklı başındaki her insanı siktir ettiğimi düşün, geri kalan her insan durumunun berbat olduğu kanısına varacaktır. hatice: senin takımının işe yaramaz olduğunu söylüyor ve netice: bu bağlamdaki her şeyi senin için gereksiz kılıyor. oysa ben hatice'nin işlenebilir, neticenin değişebilir olduğuna inanıyorum. hepiniz için de öyle. genel yargılara varılabilecek geçer fasafisolar.. ibne akıl hocaları gibi konuştuğumu düşünmeyin, çünkü bundan asla hoşlanmam ve hoşlanmadığım şeyler yapanlara hoşlanmadığı şeyler yaparım, inanın. ben sadece umumi tuvalet bekçisiyim ve sizinle aynı yere sıçıyorum.. ben buyum. bu söylediklerimin doğru ya da yanlış şeyler olduğunu düşünmeniz yanlış, doğrusunu sikme taraftarlarıysanız bu sizin için iyi bir başlangıç olur.. unutmayın ki, her şey çok rahat unutulur. buna da inanın ve kendinize, ne bok yapmaya çalıştığınızı anlamadığınız zamanlarda bile. 'gereksizlik çıplak bir kadın gibidir. doğru işlerseniz en çok kazanan pezevenk siz olursunuz.' fakat nihayetinde herkes onu soymaya yeltenecektir. bu nedenle bu işlevin makyajına dikkat etmelisiniz. zira ben aşırı ve ağır makyajlardan ve şatafatlı boyalardan pek hoşlanmıyorum. benim için sadelik şıklığın olmazsa olmazı. örnek verecek olursak: bir evin perdesi gibi. aynı şeyler yerine farklı şeyleri karıştırmanız temennisiyle..

- ne düşünüyorsun?
- yunan mitolojisini ve aynı şeyler yerine farklı şeyleri karıştırma olayını.
- kimsenin görmediği bir rüya olduğumuzu düşünüyorum bazen.
- diğer zamanlar?
- seninle sevişsek ne olurdu'yu ama bu midemi bulandırıyor.
- seni ısırırım.
- ve kazığa oturtursun, değil mi?
- beni tahrik etmiyorsun, merak etme.
- bu iyi bir şey.

TABLO 2. SİMYACILAR SIÇARAK ÇILDIRMAZ.

'üzerinde yaşam barındırdığı bilinen tek gök cisminin biteceğinin iddia edilmeleri almış başını gidiyorken zamanı'ndan binlerce yıl öncesinde dokuz önemli adam yaşarmış.
ormanın ötesindeki topraklarda doğa üzerindeki mevcut olan tüm maddeleri incelerler, metali bilim ve teknolojiye sokarlar, 'nasıl'ları anlatırlar, hastalıkları sağaltırlar, gezegenlerin osuruşuyla kendi kaderlerini bulurlar, disiplinler arası semboller üretirler, gizemlere katılırlar, felsefi ve deneysel ruhçuluk edinirler, yaratılarını hayal güçlerinden bile oluştururlarmış. bu dokuz simyacı için asıl imkansıza yakın olan durum: hiç biri bir başkasının yeteneğine erişemezmiş. daha önce aralarından birinin eriştiği konuşulur, dilden dile anlatılır ve şifresinin çözülemediği bilinirmiş. o kişiye tanrı derlermiş. tanrı adındaki bu çılgının başardığı ulaşılmaz projesi yüzyıllar sonra bile şifresi çözülemeyen bir şehvetin etkilerini göstermeye yetermiş. zamanla ona farklı tapınma biçimleri gelişmişse de simyacılar 'üstüme sağlık'çı politika izliyorlarmış.
hikayenin devam edecek bu bölümünde geçmiş zamanlı anlatımı bir kenara bırakmalı.



TABLO 3. PRESTİJ.

her sihirbazlık numarası üç bölüm ya da perdeden oluşur. birinci bölüme vaad denir. sihirbaz size sıradan bir şey gösterir; iskambil destesi, bir kuş, ya da bir insan. bu şeyi size gösterir. son derece gerçek, üzerinde oynanmamış normal bir şey olduğunu görmeniz için nesneyi incelemenizi ister. fakat aslında öyle olmayacaktır. ikinci perdeye dönüştürme denir. sihirbaz olağan bir nesneyi alır ve onu olağanüstü bir şeye dönüştürür. hilenin sırrını arıyorsunuz ama bulamazsınız. çünkü, dikkatli bakmıyorsunuz. siz sırrı bilmek değil, kandırılmak istiyorsunuz. henüz alkışlamazsınız. çünkü, kaybetmek yeterli değildir, onu geri getirmek gerekir. işte bu yüzden her sihirbazlık numarasında üç perde bulunur, üçüncü bölüm, yani en zor bölüm: prestij bölümü.
tanrı'nın numarası neydi? simyacılar şimdi bu soruyla birlikte iki şeyin üzerinde duruyorlardı: kandırılmak mı istiyoruz, yoksa sırrı bilmek mi? cevap: kandırılmaktı. tabi ki, sadece şakaydı. asıl cevap elbette sırrı çözmekti. sahnede olmak her zaman ışıkların altında olmaktır.


- tanrı, ışıkların da üzerinde. o artık ulaşılmazlığa erişerek bulduğu harap edici güçle bizi de kontrol ediyor olmalı.
- evet, haklısın. asla istediğimiz kudreti bulamayacağız.
- ben ikinize de katılıyorum. dün sabah gök günlüğünü oluştururken yere kapaklandım. tanrı bana göbeği çatlayana kadar güldü.
- sonra ne oldu?
- yağmur başladı.
- onun sırrı altında bireysel çabalarımızla duramayacağız.
- lokman'ın ölümsüzlük sırrını köprünün üzerinde nasıl rüzgara kaptırdığını da biliyoruz.
- bizimle dalga geçiyor.
- bizimle oynuyor.
- asla izin vermeyecek.

ne yapmalılardı?

- birleşmeliyiz.

türkçe'nin şeysi için başka bir deyim rica etsek?


- güçlerimizi birleştirmeliyiz.

teşekkürler.

TABLO 4. YAŞAM HARAKİRİSİ.

simyacılar yüzyıllar sonrasındaki intikamları için müthiş bir deliliğe giriştiler: birbirlerine olan tüm borçlarını sildiler. çünkü, güçlerini birleştirecekler ve bu, onların bu yüzyıldaki ölümleri, gelecek yüzyıllardaki dirilişleri olacaktı. yeryüzündeki en muazzam enerji, en görkemli, en muhteşem, en ihtişamlı, en iyisi, en büyük, en, en, en.. harikulade. gerçeklikle mistizmin birleşmesi. olağanüstü. tanrı'ya karşı yaratabilecekleri bir insanüstü karışım olacaktı bu. dengeyi kurmaları ve zaman ayarları hesaplamaları ardından simyacılar tek beden olarak doğmak için 1431 yılının üçüncü ayına dek kendilerini imha ettiler. bu yokluk süreci III. vlad'ın doğuşunda sona erecekti, yani intikam ateşiyle yanıp tutuşmuş olan ve nefretleri süregelecek yüzyıllar boyunca müthiş bir hızla artacak olan dokuz simyacının, yani VOYVODA'nın!

TABLO 5. PRENS VOYVODA'NIN DOĞUŞU.

prens voyvoda, yüzyıllar sonrasına doğan dokuz simyacının ruhlarının birleştiği bedeniydi. onbir yaşında kendisini osmanlı'ların elinde tutsak olarak buldu. böyle şansın içine tükürülmeliydi. henüz yeterli güce sahip olamayan voyvoda, ergenliğinin başlarına yaklaştığı dönemlerinde huzurunu ararken savaş kaybeden babası tarafından osmanlı'lara esir verilmişti ve hayatın zorluklarıına göğüs germeye başlamıştı. en fazla, spartaküs'ün arenalardaki başarılarını göremediği için üzgün, en az spartaküs'ün arenalardaki başarılarını göremediği için mutluydu. kan, onun asla sevişemediği yasaklı sevgilisiydi. acı, onun için tattırılması gereken bir histi. çünkü acı, dokuz olağanüstü adamın ruhlarının sancısıydı. o, acıyı iyi biliyordu. şeytanın bile karşı koyamayacağı hünerlerle doluydu. zaten şeytan, hiçbir zaman ona karşı durmamıştı.

şeytan: ne duracam anuna koyim!

intikam için hızla pişiyordu.

TABLO 6. VOYVODA: SUSMAYAN KALP.

voyvoda'nın intikamı ne olacaktı? tanrı'ya karşı neyi, nasıl yapacaktı? neden bu zamanda oluşmayı seçmişti? belki de tanrı'ya en yakın duranların arasında olmak, intikamına cila oluyordu. 'zaman sadece birazcık zaman/ geçici bu öfke, hırs, bu intikam' şarkı sözünün ikinci bölümü kattiyen onun için değildi ama ilk kısmı şimdi onun durumunun bir kısmını anlatıyordu: zamana ihtiyacı vardı. karşısındaysa mücadele edebileceği en müthiş savaşçı duruyordu: sultan mehmet. öyle bir savaşçı ki, tanrı'nın gözdesi, iylerin dostu, kötülerin düşmanı. voyvoda için tam da cenk edilesi. tanrı'ya karşı savaşabileceği biçilmiş bir kaftan. öyle ki:
"ben, sultan fatih, bundan böyle bütün dünya'ya ilan ediyorum ki, bosna fransiskanları bu ferman ile benim korumam altındadır ve emrediyorum ki: kimse bu insanlara veya kiliselerine zarar vermeyecek! devletimde barış içinde yaşayacaklar. göçmen haline gelmiş bu insanlar, güvende ve özgür olacaklar. devletim sınırları içerisinde olan manastırlarına geri dönebilirler"
diye bosna fransiskanları’nın özgürlüğü ile ilgili fermanlı bir adam. öyle ki, mehmet, insanı koruyan bir içgüdünün hakimi, voyvoda'ysa kana ve öfkeye susamış şeytansı bir spartaküs taklidi. en büyük aşklar nasıl kavgayla başlar ise, en büyük savaşlar da aşklarla başlar'ın ironizme girmiş gerçekliğiyle örtüşen o müthiş birliktelik için tam teşekküllü ortam. voyvoda'nın zevk karıncaları ve dokuz simyacının yüzyıllar öncesinden beri beklediği zaman. fırtına öncesi sessizlik. sessizlik öncesi gürültü. fatih'in ihtişamı. voyvoda'nın susmayan kalbi.


TABLO 7. KANKA SULTAN MEHMET.

tarih: 17 ekim-20 ekim 1448.
yer: kosova ovası, kosova.
taraflar: osmanlı devleti/ macaristan krallığı-eflak prensliği-boğdan prensliği-lehistan.
kumandanlar: II.murat-saruca paşa-dayı karaca paşa/ janos hunyadi.
güçler: 10.000/ 90.000
kayıplar: 4.000/ 17.000
sonuç: osmanlı zaferi.


fatih'in zaferleri tutsak voyvoda'nın sır gibi sakladığı öfkesinin kapalı kapılar ardından çıkmasına vesile oluyordu. bu zamanlarda voyvoda kana susamışlığının delirişlerindeyken davası uğruna fatih'le iyi ilişkiler kuruyordu. kendisi onun en söz dinleyen, en efendi, en az küfür eden, namazında niyazında esiriydi. etliye sütlüye karışmaz, aza tamah eder, fazlada gözü olmaz, müşkülpesent biriydi. oysa içinde fırtınalar koparsa kopsun/ sürüklesin ikimizi/ arzular tutuştursun bizi/ razıyım sana dön ne olur idi. anti-sezercik tavrıyla sevilesi ve affedilesi oluyordu. hele ki, bağışlayıcı fatih'in yanındayken.. bir gün fatih, onu eflak'ın başına geçirmeyi düşündüğünde voyvoda, sabrın sonu selamettir diyecekti.

TABLO 8. VOYVODA'NIN KAZIKLARI.

yüzyılların birikimine kapılar açılmıştı artık. voyvoda, doyduğu tabağa pisleyecekti. artık tabaklara da ihtiyaç duymayacaktı. ona kırmızı çok yakışıyordu. erol taş'ı bile kıskandıracak nitelikte kötü bir ruh taşıyordu, hatta tam dokuz tane. istanbul için iftar vakti sıralarında simyacıların ruhu için hasat zamanıydı. kendi ifadesiyle yaklaşık yirmi dört bin türk öldürdü ve yirmi bin osmanlı savaş esirini kazıklara geçirdi. II. mehmet'e başarısız bir suikast girişiminde bulunduktan sonra kaçtı ancak bulunduğu yerde taş üstünde taş bırakmadı, terk ettiği topraklardaki kuyuları zehirledi, ekinleri yaktı, tüm hayvanları bile öldürttü. hapishanelerdeki mahkumları, cüzzamlı ve vebalıları salıverdi ve türklerin arasına karışmaya teşvik etti. ortalığın ağzına sıçtı. insanları kazıklamanın mecazi anlamı onun için artık kalmamıştı. bu lanet olası sistemde kazıklar makattan sokulup sırt kısmından çıkartılıyordu. kazıkladığı kişiler bu yüzden ölmüyor, ya açlıktan, ya susuzluktan ya da kan kaybından ölüyorlardı. kana susayan savaşçılar onun için fasofisoydu. bu sistemiyle asla kana susamıyor, kana doyuyor, doyuyor, daha da doyuyordu. doydukça istiyor, istedikçe içiyor, içtikçe doyuyor ve doydukça yine içiyordu. kan, voyvoda'nın en sevdiği kahvaltısı, öğle ve akşam sıvısıydı. sıvı nasıl yenir, işte onda anlam buluyordu. bu alışkanlığı simyacıların tanrı'ya karşı oluşturdukları düzeneğin bir getirisi olmalıydı. kinin, öfkenin, nefretin ve aynı ya da yakın anlamlara gelebilecek her duygu ve kelimenin. tanrılığa asla ulaşamayacak olanların, tanrıya da asla ulaşamayacak oluşunun tek bir bedene sokulmuş cani yaratığı kana kan demiyordu. insani kariyerinin zirvesindeydi! ölmeliydi.

TABLO 9. KUZEN STEFAN'LA AKŞAM YEMEĞİ.

- çok hoşsun vlad. kandan başka bir şey yemez içmez misin sen? bu da ne böyle? tanrı iyiliğini versin.
- tanrı mı! hıh! tanrı bizi terk etmiş bir güç! şeytan olsa ne derdi, biliyor musun? ona mı tapacağım, asla!
- akşam akşam güldürüyorsun beni. o kadar sempatiksin ki aslında, yani çok komiksin, gözlerin büyük bir kere.. seni komik ve eğlenceli buluyorum. oysa sen sıradışı takılıyorsun. tehlikeli bir hayatı seçiyorsun.
- içimde dokuz simyacının ruhu var stefan. kimya, metalurji, fizik, tıp, astroloji, semiotik, mistisizm, spiritüalizm ve sanat'ın bileşimlerini taşıyorum. içimde ölü ozanlar derneği var. her türlü donanıma sahibim ve tanrı'nın yeryüzündeki canlı tarafıyım. yakında ölümsüzlüğüme kavuşacağım. tehlike cılız bir ifadeyi anlatıyor bana. o, aynaysa ben aynanın çerçevesi olacağım. unutma kötü bir çerçeve algıda etkilidir ve iyi bir ayna karşısında bile çok etkilidir. oysa insanlar aynayı etkileyici bulurlar. ben çerçeveyim. hem de en kötüsüyüm. aynalar artık iyi göstermeyecek.
- göstermesin de, ne olacak yani? bundan senin kazancın ne?
- mutsuz insanın kanı daha tatlı oluyor şu sıralarda. sen de biraz alır mısın?
- almazsam daha iyi. zaten yeterince yedim. şaraba hayır demem ama.... bak demedim.
- şimdi de.
- hayır.
- beni eğlendiriyorsun kuzencik.
- sen de beni.
- yarın osmanlı'lara üç yüz adamla saldırmayı düşünüyorum, ne diyorsun?
- üç yüz sparta'lı gibi, he.
- onların kanlarına bayılıyorum.
- o halde çok mutsuz olmalılar.
- mutsuzlar. yirmi binini kazıklara oturttum.
- çok hoşsun vlad. diğer kazık çalışıyor mu, sen ondan haber ver?
- kanla beslediğim sürece evet. ha..ha..ha.
- ha..ha..ho.

TABLO 10. FATİH'İN İNTİKAMI.

tarih kitapları onun sonunu şu şekilde yazdılar:
1476 yılında üç yüz askeriyle birlikte osmanlı ordularına yenildi. esir alınan askerleri kazıklara oturtuldu. öldürülen III. vlad'ın kesilen başı öldürüldüğünü ispat etmek için istanbul'a II. mehmet'e gönderildi.
olayın perdelerini aralayıp/ rüyalarına giriersek/ sevişirsek sabahlara kadar/ sırf inat senin cici babana, fatih'in intikamının daha sert olduğunu göreceğiz.
kuzen stefan'la o akşam yemeğinin ardından üç yüz adamıyla osmanlı'ya yakalanan vlad ve kuzeni cezasur'u hapsine gönderildi. surun içinde açlıkla imtihan başlamıştı. açlıktan ve susuzluktan ölme cezası! çevrelerinde osmanlı yiğitler nöbet bekliyorlardı, stefan ve vlad ise ölümü.. bu açlık imtihanına dayanamayan kuzen stefan hayata son keşkesini sundu: 'akşam yemeklerinde annemin dediği gibi tabağımı bitirmeliydim.' kendisini metrelerce yükseklikten atarken bir daha kendisini metrelerce yükseklikten atamayacağını biliyordu. bu sırada da hain vlad, bu olayı kullanışlı bir hale dönüştürdü. keskin zekası ile osmanlı'ların elinden kaçtı. kısa süre sonra yakalanan vlad'ın başı kesildi ve fatih'e ulaştırıdı.


TABLO 11. ORMANLARIN ÖTESİNDEKİ TOPRAKLAR.

vlad'ın ölümünden arda kalan; vlad'ın başı, bedeni ve dokuz simyacının ruhları olur. tanrı karşısında bir hezimet daha alan simyacıların bedenen var olmadıkları dünya üzerinde etkin olmaları zorlaşmıştır. yeni bir KAN değişikliğine ihtiyaçları vardır. işte bu derin mevzu yüzyıllar boyu unutulmayacak ikinci bir toplantının nedeni olmuştur.

- vlad'ın ölümü hepimizi derinden yaralamıştır. büyük bir mücadele verdik, yüzyıllarca süregelen büyük bir mücadele.. en başta sabır vardı. biliyorsunuz ki, o'da sabretmişti. bunu biz de keşfettik. böylece ona daha da yaklaşıyorduk. eninde sonunda kaçtığı yerden gelecekti yanımıza. olmadı! fatih aracılığıyla planımızı bozguna uğrattı. ne yapmamızı öneriyorsunuz ey simyacılar? elimizdeki taşları altın yapmak bizim işimiz değil mi? pes mi edeceğiz!
- hayır. pes etmeyeceğiz.
- bunu neye dayanarak söylüyorsun?
- inancıma dayanarak. biliyorum, çok darbe aldık. hırsımız, onurumuzu korumamız için bizi zinde tuttu. doğru anı bekledik. bu, hesaplamalarımızdan da uzun sürdü. vlad'ı kaybettik belki ama geçmişimizi unutmama yetimizi de mi kaybettik?
- hayır, kaybetmedik. vlad, tanrı'ya olan öfkemizi ona göstermemizde çok önemli bir rol oynadı. o'na yakın çok kimseyi hunharca öldürdü. her defasında da o'na darbe vurmuş olmanın hazzıyla büyüdük, hazlandık ve kenetlendik. bu sırada o adam çıktı. yaptıklarına bakılacak olursa tam bir deli. gemileri karadan nasıl yürüttüğünü ruhlarınızın gözleri görmedi mi?
- ben gördüm ve altıma kaçırıyordum. korkudan olduğunu sanmayın. yüce meclisimizin üzerine yemin ederim ki..
- yüce meclisimizin üzerine yemin etme.
- davamıza?
- hayır.
- vlad'ın?
- olmaz. kendi üzerine yemin et.
- kuzen stefan'ın üzerine edeceğim.
- tamam, et.
- kuzen stefan hepimizin kuzeniydi. onu bazen oğlum gibi, bazen babam gibi, bezen de torunum gibi hatta bacanak ve amcaoğlum gibi sevdim. en önemlisiyse o benim de kuzenim gibiydi. tam kuzen tipi vardı ha adamda. yani, hiç tanımasan, uzaktan baksan şöyle, bu mutlaka birinin kuzenidir dersin. saçı falan da tam kuzen saçı.
- turuncumsu renkler kuzen rengi gibi bence.
- konumuzdan şaşıyoruz.
- kaldığın yerden devam et simyacı.
- kuzen stefan'ın üzerine yemin ederim ki..
- kaldığın yeri hemen hatırladın. tebrik ederim.
- aa, ben de tebrik ederim dragolin.
- tebrikler dragolin. çok iyiydi.
- benden de tebrikler.
- bravo dragolin.
- hay, yaşşa!
- hepinize teşekkürler. yemin ederim ki... ee.. ben kuzen stefan üzerine yemin ederim.. ki.. ben.. stefan.. turuncumsu.. turuncumsu mu!
- lafını unutmanı yadırgadığımı belirtiyorum dragolin.
- hem de böyle bir mevzuda.
- bizi şaşırtman bizi şaşırtmadı!
- şaşırtmalıydın.
- ben tebriğimi geri alıyorum.
- bende.
- ne sende?
- bende alıyorum tebriğimi.
- de ayrı okunur.
- curcunayı kesin. tanrı'nın bize hunharca gülmesine göz mü yumacağız, yoksa...
KALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİKALPATIŞIRİTMİ ...yoksa, vlad'ı geri mi getireceğiz?!

YOKSA VLAD'I GERİ Mİ GETİRECEĞİZ!

TABLO 12. KONT DRAKULA BEGİNS.

simyacılar, simya kara büyüsü ile vlad'ın ölü bedenini diriltip, onu kont drakula'ya dönüştürdüler. bu karara varmalarındaki etken 'inanmak' oldu. konuya bilimsel açıdan kuramsal yaklaştılar. simyacılar, büyü denen olgunun akılda canlanma olduğu düşüncesiyle yola çıktılar. kuantum düşünce gücü kavramını fazla düşünmeleri gerekmedi, çünkü aralarında bir fizik bilgini vardı. tüm kavramları , yüzyıllar öncesindeki muhteşem vücutlu eşine yaptığı gibi yalayıp yutmuştu. bedenleriyle vlad'ı yaratan simyacılar, ruhlarıyla drakula'yı yaratıyorlardı. bu kez, penaltıya abanacaklardı. bu onların son penaltısıydı..
bütün güçlerini kullanarak vlad'ın ruhundan ölümsüz kıldıkları vampirlerini yarattılar. drakula adlı vampir, beyaz tenli, kırmızı gözlü, yirmi insan gücünde, tırnakları uçlara doğru sivrilen, dudakları kırmızı ve beyaz, sivri köpek dişleriyle korkutucu görünüme sahipti. vlad artık, tabutta uyuyan, gece dışarıda avlanıp gündüz tabutunda saklanan bir gece canavarıydı. kurt, yarasa ve sıçan kılığına girebilmekte ve bu hayvanlara hükmedebilmenin yanında, bir delikten içeri sızabilmekteydi. ayrıca aynada görünmeme gibi bir özelliğe de sahipti. modern kültürünün söylediğinin aksine güneş ışığıyla ölmez ve gündüzleri de dolaşabilirdi ama gündüz saatlerinde gücü azdı. yine de şafak, öğle vakti ve gün batımında biçim değiştirme gücü vardı. yüzü güçlü ve kartal gibiydi, ince burnunda yüksek bir kemer, tuhaf bir şekilde kemerli burun delikleri vardı. alnı azametle kubbeleniyordu ve şakaklarındaki saçlar seyrekti ama başka yerlerde boldu. kaşları gürdü, burnunun üzerinde neredeyse bir araya geliyordu ve kendi gürlükleriyle kıvrılıyor gibiydiler. ağzı ağır bıyığınının altından kararlı ve azimli görünüşlüydü; tuhaf bir şekilde keskin dişleri vardı, bunlar dudaklarının üzerinde çıkıntı yapıyordu. dudaklarının dikkat çekici kırmızılığı, o yaştaki bir adam için hayret verici bir canlılığa işaret ediyordu. kulakları solgundu ve tepeleri oldukça sivriydi, çenesi geniş ve güçlüydü, yanakları zayıf ama diriydi. yarattığı genel etki sıradışı bir solgunluktu. eşkali III. vlad'ın görünüşüyle aynıydı. genel olarak sıradışı bir güzellikte olmasına rağmen ürkütücüdydü. kırmızı gözleri, çan gibi çınlayan sesi, beyaz teni ile doğaüstü güzellik oluştururken sivri dişleri ile ölümcül olmanın yanında kanını içtiği birini kendi türüne -vampire- çevirebilme özelliğine sahipti. ortalığın ağzına sıçmaya yeniden, daha güçlü bir biçimde hazırdı.


TABLO 13. DİNLEMEK, ANLATANI SUSARAK YÖNETMEKTİR.

- mesela drakula'yı ele alalım. ne oldu adama? kazıklara oturttu insanları, sonra bi halt etti mi? bu muydu marifeti? kanlarını içti insanların, hayatlarını sikti. hain bir yaratıktı o. ee, sonra ne oldu? kalbine bir kazık soktular, geberdi gitti göt oğlanı. o zaman ne imiş: yiyemeyeceğin boku sıçmayacakmışsın. ulan, sana ev aldım, evlendirdim, askere bile ben götürüp bıraktım. donun yoktu altında donun. necati'nin bacanağının başına gelenleri biliyor musun sen? ne yaptı necati'nin babası? karına kızına az meşgul ol, eve git, kumarı bırak, bi-iki bir şey yap yuvana dedi. sedat ne yaptı? yok efendim ben zaten yapıyorum da, ediyorum da, şöyle de, böyle de.. ne oldu? siki tuttu. bastı parayı orospulara, bak millet ibret diye bakıyor şimdi ona. karısı ne yaptı? boşadı hemen. çok da iyi yaptı, hiiiiç üzülmedim, bi gıdım bile. niye? hak etti çünkü o. sen de mi öyle olmak istiyon? ben sana diyorum bak, evi karının üstüne yap, ikinci kat çıkıcam falan diyorsun bana, senin kenarda kıyıda paran mı var? hangi parayla çıkıcan onu? kahvelerde okey akşama kadarın! o zaman içebilicen mi cigaraları? akıllı olman lazım, yaşın geldi otuz beşe. aa, bugün yarın biz de ölücez, ne yapacaksın o zaman? kim toplayacak kıçını? bak benim yaşım kaç? altmışbeş. ben sana söylüyorum oğlum, bu gidişle hiiiiç bir bok olmaz. senin neyine yazlık mazlık. bırak bu işleri, evine bak. karını kaçırma. heh, benden sana nasihat. koy bunu aklına. ikindi okundu mu gı?

- ne düşünüyorsun?
- şu, benim yazlık olayını. bir de benim daireye ikinci katı çıkıcam.
- peder ne diyor?
- ne desin. işte.. öyle..
- adam haklı oğlum. ne yapıcan ikinci katı? bir de yazlık mazlık diyorsun, götüne mi sokucan?


yazar notu: not mot değil de, 'dünyaya kazık çakmak' deyimi bu adamdan mı geliyor acaba? bir de 'kazık'tan güzel çakmak markası olurmuş.

okur notu: not mot değil de, 'not mot değil' yazmışsın. ben de sana soruyorum: 'yazar mazar' oluyor ama değil mi!

yazarın okura yanıtı: siktir git lan ibne. beğenmiyorsan okuma.

23.5.11

pan'ın labirenti ve marv'ın düşüşü

masumiyet, kötülüğün asla hayal edemeyeceği bir güce sahiptir.
bir erkeğin götünde çıkan ilk kılların hangi yaş aralığına geldiğini tahmin edebiliyorum ama muhtemelen yanlış tahmin edebiliyor olduğumdan sadece tahmin edebiliyorum. lisa'yla dönüyor, pan's labyrinth filminin dvd kapağına bakınıyorum.

ilk sakinlik mertebesine ulaştığım an şuydu: 900'lü hatları aradığım için babamın tükürüklü alfabesini dinliyordum. bazı konuşmalarımda bahsettiğim halı desenleri inceleme bilimi adına çalışmaya başlamaya karar vermemin ilk günü.
- seni orospu çocuğu... kusura bakma hayatım. senin yaşın kaç, başın kaç! bre utanmaz, densiz! biz seni böyle mi yetiştirdik! bu fatura ne böyle! kaç tane siktiğimin sıfırı var burda, görüyor musun!
bu öfke aslında yetiştirilme dönemime yaptığım saygısızlık değil, faturanın bol sıfırlı görüntüsüne duyulan bir duyguydu. babam tarafından sikilen fatura gibi görünse de aslında benim eylemlerimdi. zaten fatura da benim eylemlerim sonucu oluşan bir kalabalık sıfırlar kompozisyonuydu. teori ve pratik öylesine uyumluydu ki, bağlantı numarası 0900 ile başlıyordu.
0900 **0 *0 *0.
doğruyu söylememek gerekirse...!

edebiyat öğretmenimin 'doğru, her yerde doğru değildir' felsefesine duyduğum saygı kimine göre yalakalık, kimine göre alabalık idi. alabalık taraftarları gerçekten saçma bir guruptu ama durumun yalakalık düşüncesine sahip kesimi sikimde bile değillerdi. onlar piç kurularıydı ve bu doğruydu. onlara bu tespitimden hiç bahsetmedim, çünkü doğru, her yerde doğru değildi!

- amına koduğumun çocuğu... pardon hayatım. sen hayatında hiç para kazandın mı! para kazanmanın ne demek olduğunu biliyor musun! sana her şey güllük gülistanlık zaten. yediğin önünde yemediğin arkanda. kaç yaşına geldin, işin gücün serserilik, ibnelik!
aslında 900'lü hatları hiçbir zaman aramamıştım. halımız çok güzeldi. zihnimi ikiye böldüm. birini kapattım.
modern el dokuması halısı zihnimin açık kalan tarafıyla inceden bağlar kuruyordu. beni içine doğru çekiyor, bana hükmediyor, benimle sevişiyordu.
- sana bir şey anlatırken yüzüme bak!

aklımın odaları dolup taşıyor gibi oluyordu. hepsine de onun desenlerinin gözümün içinden açılan bir tünele hücum eden çizgileri yerleşmişti. içimden cennete ulaşmak için yola çıkmaya hazır onbinlerce ruh ayaklanmaya hazırdı. kitaplarına, meleklerine, peygamberlerine inanıyordum. cennetini de görebiliyordum. beni bekleyen tüm hurilere yetecek kadar enerjiyle doluydum. işte birisi karşılama töreninde ilk sıradaydı.
-merhaba.
hemen arkasında birisi daha.
- merhaba.
merhaba efendim, merhaba.
- merhaba.
- hoşgeldiniz.
- bu ne güzel sürpriz.
- yerinizi ayırttık.
- şöyle geçin.
- böyle buyurun.
- üstünüzdekileri çıkaralım.
- ne tatlısın sen öyle.
- daha önce böyle kalça görmüş müydün yakışıklı?
- göğüslerimi yağlamama yardım eder misin tatlım?
- şeker şey.

hepinize yetecek kadar malzemem var. ben ne 900'leri aradım, ne de bu zamana kadar biriyle birlikte oldum. yeterince yeterli olacağım. emin olabilirsiniz. yüzünüz öylesine güzel ki, ne de olsa hurisiniz siz..
- o pörtlek gözlerine biraz italyan oturuşu, o tombiş yanaklarına da bir parça fransız öpücüğü kondurmama izin ver yakışıklı.
-seni göt oğlanı!
evet. babamın tokadıyla gelen bu ses dalgası ve hurilerin kayboluşu ve acı ve şaşkınlık ve yavşaklık ve amına koyduğumun hayatı.
- vay ibne!
- vay ahlaksız!
- seni hergele!
- eşşoğuleşek!
- densiz.. terbiyesiz.. utanmaz.. arlanmaz.. serseri.

herbiri için ayrı bir tokat. tokat'ta yaşanan olay için ayrı bir ironi. hayatın anlamsızlığı için ayrı bir nefret.
ceza: günü en küçük odada yalnız başına geçirmek ve akşam yemeğinden men.
hayal: salon halısı.
tutku: 900'lü hatların ardına saklansa bile ulaşılmaya değer bir günah aşk.

kural 1: iyi espri sorgulanamaz.
insanları, okurken boşaltabilmeyi düşlemek aslında hiç başarılamayacak bir fikrin hayaline kapılmaktan mı ibarettir? ya da, yeteneksiz bir okurun bunu reddedişinin ardında yatan seks hikayeleri hayranlığının gizliliğine sığındığı dünyası benimkinden kaç cm. eksiktir? işte bu yüzden benim mahlasım: zenci.

'zenci'yi okumak haftasonlarımın en güzel olayıydı. bir de öyle farklı hayal dünyası vardı ki, sanki yaşlılara çocukluğu, evlilere bekarlığı, bakirlere seksi anlatıyordu. onu civardaki en ucuz dergilerin arasından alıp okuduğum için ekonominin ne kadar da geliştiği düşüncesine kapılıyordum. belki de asla hakettiği paraları alamayacak olması ben de şaşkınlık uyandırıyor, bağsur etkisi yaratıyordu. ikinci sakinlik mertebesine ulaştığım an şuydu: kalın kafalı bir ev sahibim vardı. sesini kalınlaştırarak konuşmanın kendisinde ayrı bir karizmatik taraf olduğuna inanırdı. vücut diliyle bahsettiği özelliklerinden kendisini şıp diye tanımlamamın olasılığını düşük buluyor yanılıyordu ama bunu bilmiyordu tabii.
vücut dili: penis kalınlığı. şıp!
vücut dili: cüzdan kalınlığı. şıp!
vücut dili: bilgi-tecrübe kalınlığı: şıp!
kendi şahsi dili bile kalındı. kime benziyordu biliyor musunuz: sin city'de mickey rourke'un marv'ına.
güneşin en tepede olduğu saat diliminde zenci'yi okuyordum.

MARLON BRANDO OLMAMAK

genel olarak genellemelerden hoşlanmam. yargılarda bulunmaların insanlara zafiyet verdiğini düşünüyorum. size işe yarar bir hakikati daha iki buçuk sakız parasına aldığınız bu dergiden ulaştırıyorum: son günlerde erken boşalıyorum. genellikle gece yarısını beş geçe. söylediğim gibi: genellemelerden hoşlanmıyorum!
beni bukowski'nin yeni bedeni gibi görenlere büyük yanılgı içinde olduklarını belirtmekten şeref duymuyorum, aksine sıkılıyor ve sikiliyor hissediyorum. ben yaşadığına bile inanılmayacak türden olanım. çünkü ben dünyanın en iğrenç götüne sahip olanıyım. sizlere muhteşem ses kaydedicimden şuan sifonu bozuk klozetimin tam üstünden yazıya dökülecek cümlelerimi sunuyorum. buradaki bok kokusunu koklamak zorunda kalmadığınız ve hiç bir alfred hitchcock filmi izlemediğiniz için şanslısınız. bugün yine oturduğumuz yerden bir çılgınlık yapacağız: marlon brando olmayacağız! hem komünist takılıp hem de çin'de umumi bir tuvalet bekçisinin yapacağı işi rahatça yapabileceğimi düşünürken, tek postalık kerhane parası haftalığımla sizlere sıçarken seslenmemi mazur göreceğinizden eminim. bugünkü hikaye en boktan olanı. absürd..ironik..kronik.
- önceki hayatında marlon brando olduğunu iddia eden biriyle ne konuşabilirim ki?
- paris'te son tango'yu sor. o filmi severim. ışıkçısı kimmiş mesela, bilmek istemez miydin?
- jason o'brian.
- ciddi misin?
- hayır. sence ciddi bir suratım var mı?
- var tabii. hele ki ıkınırken.
- tuvalet kilidi bozulduğundan beri özel hayat denen şey kalmadı burada.. smith hakkında diye bir filmi vardı onun. belki ondan muhabbet açarım.
- o filmde jack nicholson oynuyordu.
- ha marlom brando, ha jack nicholson, ne fark eder?.. ıkınmalarımdaki yüz ifademi hatırlıyor musun?
- iki sene öncesinden kalma iddiamızı kaybettiğini hatırladığım gibi. ödenmemiş bir kıç öpme borcunu hatırladığım ve göt kıllarının ilk kaç yaşında çıkmaya başladığını itiraf etmen gerektiği...
- tamam tamam. hatırlamana sevindim. diyeceğim o ki, o yüz ifademi gözünün önüne getir.
- kravatına kusarsam götüme şaplak atmayacağına söz veriyorsan.
- ben aynı ifademin kalıbını kaka olarak sıçabiliyorum.
- o da bir şey mi, ben richard gere'i sıçmıştım.
- madonna'yı sıçtım.
- mastürbasyon yapan madonna'yı sıçtım.
- öpücük veren fransız haritasına ne dersin?
- eifel kulesini aşağı bırakıp götüne geri sokmayı dene.
- marilyn monroe'yu domalmış şekilde sıçmıştım. sonra üzerine boşaldım.
- şu, marlon brando, ne iş yapıyormuş?
- oyunculuk sınavlarına hazırlanıyormuş galiba.
- ironik.
- kronik..


kuş mu öttü, dedim bu sırada. hay aksiydi! yeni kapı ziline bir türlü alışamamıştım. anlamsız bir süratle koşup kapıyı açtım ve karşımda mickey rourke'un marv'ı vardı. en ilginç huylarından biri: davet edilmeksizin içeri dalmaktı, öyle yaptı.
- marijuana içen mona lisa tablonuzu salonunuzun ortasına asmakla pek iyi etmemişsiniz. dekorunuza pek uymamış gibi görünüyor.

kural 2: kötü espride konuyu değiştir.
tek derdi boktan dairesinin duvarlarıydı. antipaikliği bende bakiydi. konuyu kira arttırımına getireceği vücud diliyle belli oluyor, vücudu her geçen ay daha da şişiyordu. geometride bir yamuğa örnek teşkil ediyordu. tahmin ettiğim gibi asıl konuya geçiş yapıyor, bu geçiş esnasında altına işeyen küçük çocuk suratına sahip olduğunu bilmiyordu. zihnimi ikiye böldüm. birini kapattım.
kira zammı, duvar çivileri, dökülen boyalar, apartman aidatları gibi meseleleri derinden anlattığı tüm süre zarfında orada olmayan adam oldum. marijuanalı mona lisa'yı inceleyen billy bob thornton gibiydim. ne güzel bir fotoğraf. katharine hepburn'e bile bu kadar uzun baktığımı hatırlamıyorum. mona'yla işi pişirirken kendisinin buna hem üzülüp hem de sevindiğini hissettim. elindeki marijuanaya bakıp 'çabuk dönsün' diyordum. marv'ın esprili hali yerini ciddileşen bir tavra dönüştürmüş olmalı ki, işeyen küçük çocuk suratının yerini sıçan yaban domuzu suratı aldı. ondan sıkıldım. lisa'dan izin isteyip mutfağa gittim. geri gelip marv'ın gözüne bıçağı sapladım. acıdan kıvranarak yere atladı. şişko göbeğinin altındaki kısa pantolonunun kemeri koptu. götü o kadar kaba gösteriyordu ki, deliğinin tam ortasına iki kere sapladım. yerime geçip bir duman daha aldım.
bir erkeğin götünde çıkan ilk kılların hangi yaş aralığına geldiğini tahmin edebiliyorum ama muhtemelen yanlış tahmin edebiliyor olduğumdan sadece tahmin edebiliyorum. lisa'yla dönüyor, pan's labyrinth filminin dvd kapağına bakınıyorum.

- hoşgeldiniz. bana bay çözüm derler. bu da yardımcım, bay yardımcı çözüm.
- merhaba. ben marlon brando. sana reddedemeyeceğin bir teklif yapacağım.
- ne yapacaksın? bahşiş mi vereceksin? ha..ha..haa..

zenci.

21.4.11

Bay Debussy'nin Enteresan Öyküsü

- vay edepsiz! dur, kaçma!
der debussy.
- özür dilerim bay debussy ama kaçmazsam yakalarsınız.
koşmaya devam ederler.
- seni karıncayiyen suratlı. elbet yakalayacağım.
- aslen termit yiyicidir onlar. karınca yemezler.
- ne demeye çalışıyorsun sen?
- karıncayiyenler karınca yemezler bay debussy. termit yerler.
dururlar.
- bir dakika. o halde neden karıncayiyen derler?
- çünkü termitler karıncaya benzerler.
debussy bir süre düşünür.
- gel buraya.
- olmaz efendim. gelirsem de yakalarsınız.
- zaten yakalayacağım. hiç değilse terlemeyelim. duştan yeni çıktım.
- spor yapmak sağlığınıza iyi gelir. üstelik bu şişko göbeğinizi yenisiyle değiştirdiğinizde bayanlara karşı şansınız artacaktır mutlaka.
- bana ha!
koşuşturma yeniden başlar.
- saygısızlık etmek istemem ama efendim, bu göbekle beni yakalamanız mümkün değil. ancak bir kaplumbağaya rakip olabilirsiniz.
- lisede atletizm takımına seçilmiştim. hala o günlerden bir kaç numara hatırlıyorum.
- nasıl seçildiğinizi tahmin edebiliyorum efendim. olduğunuz yerde dursanız bile göbeğiniz finişi görür.
- vay edepsiz.
debussy hızını arttırır. tüm gücüyle koşmaktadır şimdi.
- seni aptal hırsız. hapsi boylayacaksın küçük hergele. o kağıtların kılına zarar gelirse seni öldürürüm.
- anlaşılan bu durumda hapsi siz boylayacaksınız bay debussy.
- evet, seni de eşek cennetine yollayacağım.
debussy tüm gücüyle kovalamasına rağmen alaycı tavırla koşan hırsız peşinde başarı sağlayamayacak gibidir. dururlar.
- isterseniz bir sigara molası verin efendim. sizi beklerim.
- boşver. nasılsa hırsız peşinde koşmaya çıkarken yanıma sigara almayı unutmuşumdur.
- isterseniz bende var efendi hazretleri.
- bir hırsızın malına ihtiyacım yok. devam edeceğim.
- o halde devam edelim.
koşuşturma kaldığı yerden devam eder.
- aslına bakarsanız sizi tebrik etmek istiyorum. hantal vücudunuza rağmen müthiş bir özveri gösteriyorsunuz. çabanızı takdir ediyorum.
- sen dalga geç bakalım ibibik kuşu.
- aynı familyadan olmamıza sevindim. keza bir baykuşun endamını hatırlatıyorsunuz.
- neden bu kadar yavaş koştuğumu bilmiyorum. şimdiye kadar seni çoktan yakalamış olmam gerekirdi.
- bunun olması için rüyada rüya görmüş olmanız gerekirdi bay debussy.
pont des arts köprüsüne ulaşırlar.
- harika bir manzara değil mi efendim? fly me to the moon'u söylemek ister misiniz?
- ver şu kağıtları. sanırım seni yakalayamayacağım.
dururlar.
- haklısınız efendim. beni yakalamanız gerçekten de bir mucize olur. doğrusunu söylemek gerekirse benim de anam ağladı. ne siz daha fazla kovalayabilirsiniz, ne de ben daha fazla kaçabilirim.. gördüğünüz gibi şimdiden aramıza bir mesafe koymuş görünüyoruz.
- la mer, iberia, masques.. ve.. ve.. nocturnes. en yeni eserlerimin, tek bir insan bile duymadan üstelik, senin elinde pont des arts köprsündeki belirsizliğinin endişesiyle daha fazla zaman geçirmek istemiyorum. bunu yaparak eline ne geçecek diye sormanın da ironisindeyim, o kağıtlar elindeyken.. haydi, ver onları bana.
- pekiyi, hadi gelin alın.
- verecek misin yani?
- tabii ki efendim. ne de olsa sizin malınız.
- o zaman bütün fransa'yı bana ne diye turlattın be... densiz!
- bay debussy'le pont neuf'u izlemek herkese nasip olmaz, değil mi bay debussy?
yavaş yavaş yaklaşır debussy.
- bunun için hırsızlık yapman gerekmezdi. telefon edip anlamsız bir buluşma ayarlamaya çalışabilirdin.
- çağımızda sanatçıların ancak kendileriyle ilgili meselelerde duyarlı olduklarını duymuştum. sizi ayrı bir kefeye koymak gerek efendim. baksanıza, bu eşsiz manzarayı benimle birlikte izlemek için nasıl da koşa koşa geldiniz.
- ukalalığı bırak. ver şunları.
debussy, tam kağıtları alacakken ani bir rüzgar çıkar. çıkmasıyla birlikte debussy ve hırsız arkadaşı uçuşmaya başlarlar. notalar artık köprü üzerinde karmaşık melodiler oluşturur. debussy şaşkınlıkla bulutların tepesine çıkarken nocturnes'in tüm notaları kendisine elveda eder.

debussy'i chez georges'de kahvesini içerken tedirgin görenler o sabahki rüyasından habersizlerdir. debussy, bir yandan kahvede köpük macerasına çıkarken diğer yandan da notaların tozunu alır. le mouv'da çalan 2. piyano sonatı- 3. bölüm'le birlikte yan masadaki napoleon bonaparte hayranı ihtiyar hırlamaya başlar.
- fransa'nın taşşakları hep sağlam kalacaktır.
debussy, beklenmedik bir muhabbetin içine giriyor olduğunu hemen farkeder. ihtiyar, takma dişlerini ağzında ustaca oynatır.
- cenazemde marche funébre yerine mozart'ın requiem'ini çaldıracağım. bunu şimdiden vasiyet ettim bile. nedenine gelince; chopin de böyle yapmıştı. işte, bak evlat, ölümümde bile ona saygılarımı sunacağım. ama ne olursa olsun fransızlar hep yenilerini getirecekler. bonapart'ın dediği gibi: bunun için bir paris gecesi yeterli olacaktır.
debussy, muhabbete dahil olamayacak kadar meşgul olduğunu farkettiğinde izin isteyip lavaboya kalkar. en azından çiş molasını yerinde kullanıp; hem ihtiyacını gidermesi hem de ihtiyarın hayat hikayesini dinlemek zorunda kalması olasılığını bitirmesi bakımından bunun doğru zamanlama olduğunu düşünür. yanılacaktır.

3 dakika 42 saniye sonra geri döner. bu süre, ne işemek için kısa, ne de sıçmak için uzun bir süredir. bu bakımdan bay debussy, ya çok yavaş işemiş, ya da hızlı sıçmış olmalıdır.
- lavabonuz harika mösyö, fakat musluğunuzda bir sorun olmalı.
- hemen baktırıyorum efendim.
debussy, masasına geldiğinde lavabo musluklarından daha fazla endişelenmesi gereken bir durumla karşılaşır.
- yok! çalışmalarım!.. mösyö.. mösyö.. bakar mısınız?
- buyrun efendim?
- masamda bir dosya bulunmaktaydı, hatırlıyor musunuz?
- evet. saatlerdir beraberdiniz.
- sanırım burada bir hırsızlık olayı yaşanmakta.
- nasıl olur? burası nezih bir mekandır bayım. bu tür vakalar daha önce cereyan etmemiştir hiç. çalındığına emin misiniz?
- kendisi ayaklanıp gitmediyse...
- böyle bir ihtimalin olmadığını biliyoruz da, çok önemli miydi peki?
- ne demek çok önemli miydi! senden yıllar sonra insanlar onları dinleyecekler. belki otel partilerinde, belki tiyatro sahnelerinde, belki de burada çalınacak.
- burada çalındı zaten!
- dalga mı geçiyorsunuz! müzikal bir olaydan bahsediyoruz.
- adınızı bağışlar mısınız?
- claude.
- claude, ne?
- claude achille.
- claude achille, ne?
- claude achille debussy.
- claude achille debussy, ne?
- bu kadar.
- bakın bayım, burada kaybettiğiniz bir eşyanızdan dolayı bana bu şekilde davranamazsınız. lütfen sakin olun ve soğukkanlı davranın.
- sanata eşya gözüyle bakabildiğim sürece soğukkanlı olabilirim ama böyle bir durum söz konusu değil. üstelik, ben malımı kaybetmedim, çalındı.
- bakın bay kıloyd..
- claude.
- bay claude.. mantıklı düşünün; buraya her gün onlarca müşteri gelir. hepsi bir bardak kahve içse bu, tuvaletlerini getirir. hepsi eşyasını, ya da sizin deyiminizle malını diyelim, bırakıp işemeye gitseler..
- ben işemedim.
- önemli değil.. bu yüzden onları kaybetseler, sonra benden bunun hesabını sorsalar sizce ben bu mekanı işletme gücünden yoksun kalır mıyım, kalmaz mıyım?
- bu mantıkla eşyaları araklasanız suçlu olmayacaksınız yani.
- ne demek istiyorsunuz! şahsımı böyle bir ithamla suçlayamazsınız.
- hani, müşteri her zaman haklıydı? istisnalar var yani.
- haklısınız ve bakın ki müşterisiniz. hırsızlar her yerde. en iyisi siz polise başvurun.
- öyle yapacağım. kusura bakmayın, sizi de kırdım, fakat benim için çok değerliydi.
- önemli değil efendim. umarım bulursunuz.
debussy tam giderken kolunda bir işletmeci eli olduğunu düşünür. dönüp bakar ve teyit eder.
- ne oldu?
- hesap.
- hesap mı! az önce sizin dükkanınızda başıma gelenlerden sonra bir de hesap mı istiyorsunuz! siz bana hesap verin! bu ne lakayitlik?
- efendim; dört patatesli börek, iki açma, iki peynirli poğaça, bir tabak da elmalı kek yemişsiniz. bunlarla birlikte dört küçük çay ve iki fincan da kahve içmişsiniz. şimdi de ödemeyeceğim diyorsunuz. malınızı ben çalmadığıma göre üstelik, siz de benim malımı çalamazsınız.
- sizin pastanız, böreğiniz benim evimde çalınsaydı, siz de piyanomla bir kaç notalık deneyim yaşasaydınız ben sizden para istemezdim.
- tabii ki. bu durumda da ben sizden para istiyor olurdum.
- ne paragöz bir insanmışsınız yahu. besteler gitti diyorum.
- benim de besteler gitti, sizin midenize.
- vermiyorum.
- o halde mahkemede görüşeceğiz bay claude achille debussy.
- sikerim böyle işletmeyi lan!

bildiğimiz kadarıyla "telif hakkı" ilk kez onun tarafından gündeme taşınır. paris'in bir restoranında yemek yerken kendi eserlerinin çalındığını görür ve kızar. restoran sahibi, yediği yemeklerin ücretini istediği zaman o kararlılıkla ödemeyeceğini, çünkü kendi yaptığı eserlerle para kazanırken kendisine sorulmadığını, bu yüzden eserlerinden kazanılan gelirin yediği yemeklerin karşılığı olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. bu düşünceye itiraz eden restoran sahibi cevabını mahkemede alır ve adalet, claude achille debussy'yi haklı bulur.*

15.3.11

Ogly'nin Gereksiz Hikayesi

-Lanetli Akşam Yemeği-

ogly ve ebeveynleri, mrs. smith, mr. smith, mrs. ponchik ve görümcesi mrs. defoe. kalabalık bir akşam yemeğinin sadece bir kısmıydılar. kısımdılar ve insandılar. hasım değil, hısımdılar. akşamı lanetli yapabilen, mr. smith'in matrix üçlemesi sonrası kabaran anlamsız gururu ve kendince yücelen karizması sonrasında hole kusması değildi. jack london kitaplarını her defasında yarım bırakmasının altında yatan maymun iştahlılığı da değildi. mrs. smith de keza başladığı bir kitabı hiç bir zaman bitiremezdi. belki de hastalığa varan bir seks yapma sorunları vardı. aynı anda boşalırlar, aynı anda konuşurlardı. tıpkı aynı anda seviştikleri gibi. mrs. ponchik ve mrs. defoe'yse uzaktan bakıldığında hikayeyi doldurmak amaçlı kullanılan tiplere benziyorlardı, yakından bakıldığında ise çok çirkinlerdi. sarkık memeliler yarışmasında altın ve gümüş madalya almış gibiydiler. mrs. ponchik altındı.. ogly 4 yaşlarında, çirkin, enerji koleksiyonu yapan, bu yüzden pek hareketsiz takılan bir çocuktu. sağlık sorunları yoktu ama her an olacakmış gibi görünebilen bir izlenimi vardı. maldı. ebeveynleri ogly'nin üzerine çok düşerlerdi. bu yüzden ogly'nin vücudunda bazı morarma izlerine rastlamak mümkündü. hafif yaralarla o süreçleri atlatıyordu ogly. fırtınaları içinde kopartmak ona yeterdi. bir gün babası onun yatağının altında bir kavanoz bulduğunda şaşırmamıştı ama aynı baba o kavanozun içinde ölü böcekler gördüğünde şaşırıp metal çığlıklar atmıştı. ogly'nin böyle garip koleksiyonları vardı. bir rivayete göre de ogly'nin büyükbabasının 17 yaşında başladığı söylenen orta parmak tırnağı koleksiyonu varmış. kestiği her tırnağını, -sadece orta parmaklarınınkileri, bir kavanozda saklarmış. ogly'de büyükbabasının ruhu vardı..
müthiş bir akşam yemeği oluyordu. herkes mesut ve özildi. içeri biri girse ve 'hanginiz mutlu kara murat?' diye sorsa hepsi 'benim!' diyeceklerdi. ogly hariç. o yine suskun ve müşkülpesentti. elindeki oyuncakları birbirleriyle dövüştürüyor, 'çuf, puf, nıkşa' diye kavga efektleri yapıyordu ağzıyla. her defasında da batman, spiderman'i yeniyordu. sonra batman, hayali seyircilere üçlü çektiriyordu. ya da ona benzer bir şeydi. her şey gayet normal ilerliyordu kiiii, o soru geldi: 'oğlum, hadi misafirlere pipini göster!'
ogly pipisini hiç itiraz etmeden gösterdi ve alınamayacak yaşta olduğundan herkes o küçüklüğe hunharca güldü. ogly bu olayı hatırladığında 13 yıl öncesinin o akşamındaki kadar sırıtmayacaktı.


-Ogly'nin İntikamı-

evet, aradan 13 yıl geçmişti. o lanetli akşam herkes ogly'nin küçük pipisine gülmüştü, zaten büyük pipiye de gülünmezdi ve ogly de onların neşelenmelerine neşeli sırıtışlarla karşılık vermişti. ama artık genç, ergen ve abaza bir çocuk olmuştu. içinde nefret, öfke, kin ve hemstır besliyordu. tesadüf odur ki intikam gecesinin konukları arasında oturuş sırasına göre; mr. smith, mrs. smith, mrs. ponchik ve mrs. defoe de vardı. ogly'nin kararı kesindi: hepsine pipisininin yıllar içinde ne kadar değişime uğradığını gösterecekti ve onlarca hunharca gülecekti. belki de mr. smith'in kravatına işeyecek ve ağzıyla bir sweet dreams solosu yapacaktı. önce odasına geçip porno cd'ler taktı pornomatik adını verdiği makineye. bu onun kendine olan özgüvenini yerine getirecek ve gösterinin boyutu büyüyecekti. aşağıdan neşeli sesleri duyuyordu. tam bu anlarda atağa geçmeliydi. porno film de iştahını kabartmaya başladı. o kadar güzeldi ki bu film, çok zevkli hale büründü ogly. evet, şimdi pipi istenen seviyedeydi. biraz daha büyük bir gösterinin perdesi aralanabilir miydi, evet! müthiş zevkli bir gösteri! meleklerin raksı! niyagara şelalesi. karıncalar. elektrikli karıncalar! titriyordu ogly. bu plan harikuladeler sirkinde final gösterisi kıvamındaydı. kalp atışları hızlandı, kasıldı ve sonra rahatladı. birkaç saniye içinde o pipi 13 yıl öncesinin pipisine dönüştü. ogly ekran başında yorgun düştü ve uyuyakaldı. şimdi melekler gibi uyuyordu.

çıkarılmış sahneler:

mr. smith 13 yılın verdiği ağırlığı taşıyamıyordu. vücudundaki kırışıklıklar buruşukluklara cilve ediyordu. henüz teşhisi konmamış bir fermuarı kapama unutkanlığı vardı. bu hastalık dalga geçilmesi ayıplanacak türden değildi. bunu ilk hatırlayan mrs. ponchik'ten başkası olamazdı. çünkü bayan ponchik'in ilgi alanı penislerdi. utanmasa 'penisler ve fermuarın ardındaki gizem' adlı bir kitap çıkarabilirdi. gerçi utanmadı ama çıkaramadı da. belli ki yazma konusunda yeteneksizdi. buna karşın görme konusunda çok iyiydi. mr. smith'in açık fermuarını herkesten önce fark eden oydu. attığı kahkahalar ve işaret ettiği yer neticesiyle herkes mr. smith'in açık fermuarını gördü. smith önce kızardı sonra bozardı ama durumu idare etmeye alışmaya başladı. aslında sempatikleşmişti bile. fakat mimikleri oturmuyordu o sempatikliğe. en önemli sorunlarından biri de sempatik mimik yapamamasıydı. bunu bilmiyordu. şirinleşmenin dibine vurmaya hazırdı ve ayağa kalkıp kollarını açtı koca adam. dedi ki: 'çıkarın pipilerinizi, gösterin birbirinize utançlarınızı!'


*müşkülpesent: [1] zor beğenen.
[2] bir şeyi yapmamak için bahaneler uyduran.

29.1.11

keman çalar, timsah ağlar

caddeye çıktım.
köşe başında saygısız bir orospu gördüm. kanlar içinde yerde yatıyor, vajinasını kaşıyordu. ölürken, zevkine masturbasyon süsü veriyordu.. karlar nota gibi düşüyor, karlar insan gibi üşüyordu.
kalın bir manto ve kirli bir sakalla edebiyatçılara ilham veren o meşhur adamı kürkçü dükkanının camından çakmak gazı doldururken fark ettim. biraz sonra kendini 70 model chevrolet'nin önüne atıyordu. ölümüne sigara süsü veriyordu. yapraklar pantomim yapıyor, sanatçılar göbeğini kaşıyorlardı.
bir başka kaldırımda seyyar bir ressam vardı. 'kürk mantolu madonna'yı çiziyor, sean penn'e benziyordu. en yaratıcı renkleriyle orada sanatı yaşatıyor, en kalın fırçasıyla madonna'yı öldürüyordu. resim can çekişiyordu, müzik ölüyor..
balık lokantasından çıkan sümüklü bir çocukla göz göze geldik. selpağını satmak için üzerime hamle etmeye yelteniyor, bunun için takati kendinde bulamıyordu. suratında o kadar çok sıvı vardı ki, bir insan yaptığı işle bu kadar ters düşemezdi. içinde, içinde bulunduğu dünyayla çok ters bir dünya, dışında, dışlandığı düz bir hayat mevcuttu.
sahile indim.
bembeyaz saçlı bir kadın keman çalıyordu. biraz onu dinledim. çok güzel ve içten çalıyordu. konçertosunu bitirdikten sonra gelip yanıma oturdu ve bir-iki dakika hiçbir şey konuşmadık. İkimiz de hala bu sessizlikte müziğin etkisini yitirmemiştik.

- vivaldi.. vivaldi gibi çalıyorsunuz. alınmayın ve bağışlayın beni böyle bir benzetmeden rahatsız olduysanız ama tarzınız bununla da sınırlı değil bence.

aslında gayet kendine özgü bir tarzı vardı. içimden onu vivaldi'ye benzetmek gelmişti. çünkü, çoğu soğuk otel odalarında yatağa uzanıp odayı keşfeder, oraya hayali bir pikap koyup, klasik plaklar yerleştirirdim ve sessizliği bozardım; böylece istediğim müzisyeni odaya getirir, istediğim müziği dinleyebilirdim, çoğu zaman da vivaldi'yi. o yataklarda öylece hissettiğim şeyleri şimdi sahilde, bu kadının yanında hissetmiştim. hiçbir şey demeden kemana sarıldı ufaktan. sanki, ‘vivaldi benzetmesinden rahatsız olunur mu, aptal!’ der gibi bir ufaktan sarılıştı bu. yayı, tellerle buluşturur buluşturmaz da ışınlanarak caddeye iniyordum. kalın mantolu-kirli sakallı adamla saygısız orospu el ele kitapçıdan çıkıyorlardı. kadın, elindeki charles bukowski’nin ‘ölüler böyle sever’ kitabının sabırsızlıkla önsözünü okuyor, adam çakmağını ateşliyor, caddenin en naif restoranını arıyordu. aynı anda restorandan sümüklü çocuk çıkıyordu. düşmek üzere olan en taze sümüğünü cebinden hızlı bir silahşör eliyle çıkardığı selpakla temizliyor, öğle tatilini etli soteyi midesinde hazmederek bitirirken babasının elinden ayrılıp arabaya biniyordu. elinde habire salladığı fırçasıyla orkestraya şeflik eden seyyar ressam madonna’sını bitiriyor, onu da yenilerin arasına yerleştiriyordu. yanına gidip fiyatını sorduğumda neredeyse ekmek parasına tablosunu bana satabileceğini söyledi. karşıdaki lokantayı gösterip ana menüye bakabileceği bir sandalyesi olursa, bu öğle yemeği için bana minnettar kalacağını, tablosunu evimin en barok kokan yerine asmamın iyi olacağını söylüyordu. kalakaldım.
sanırım müzik durmuştu.. ’beyaz saçlı kadın kemanını çalarak uzaklaşır, gece soğuk otel odasına dönecek adam tek başına dalgaların sesini dinler’di.. edebiyat ihtiyaç molasındaydı.

19.1.11

sanatı katleden adam

mahalleye bir şair taşınır. meydanın en büyük kahvehanesinde sakinlere sanat sunar:
''- çıplak bedenime sarılan bir öksüz ol!
elbiselerimin ve ruhumun arasında
ya kalın bir manto gibi yağmurdan sakınayım seni
ya da ruhuma sarayım bedenini
korkma!
ısıtacak aşk bizi, bu şubat ayazında.''

herkes, alkışlıyordu bu sözleri. sonra o adam lafa girdi:
''- şubatları fena soğuk oluyor azizim, senin gocuk da içten yünlü galiba. iyi ısıtır vallahi. öksüzü de ayrı bir ısıtır he. hehe..''
şair şaşkındır:
''- ama böyle olmaz. böyle olmaz ama.''
tarkan filmlerindeki babacan sesli o adama benzer bir kahvehane sakini vardır, o atılır:
''- siz onun kusuruna bakmayın. tam idrak edemedi o.''
''- ama olmaz böyle. hayır. lütfen!''
''- ben onun adına sizden özür dilerim.''
''- adı ne?''
''- kamil.''
''- pekiyi, sorun değil. yitirilen bir nefes gibi unuturum hemen, umarsızca.''
''- güzel gocukmuş kanka.''
''- ama bakın hala yani..''
''- oğlum git buradan. şair efendiyi kızdırıyorsun.''
''- lütfen ama.''
''- el si vaikiki mi o?''
''- böyle olmaz, lütfen. istirham ediyorum.''
''- kamil bey oğlum, siktir git artık!''
''- lütfen. siktirip gidin.''
''- şair bey!''
''- kusura bakmayın. ağzıma yakışmadığının farkındayım.''
''- tamam, gidiyorum. şiiri beğendim ama.''
''- lütfen.''
''- lütfenine sokayim''
''- ama olmuyor bakın. bakın! lütfen ama.''
''- kamil!''
''- kusura bakmayın hakkı baba. ama şiir bok gibi. öksüzleri sarıp sarmalayacakmış. nerede bu mahallenin onuru!''
''- ama olmuyor böyle sürekli. bakın. hayır ama lütfen.''
''- hala aynı şeyleri söylüyor hakkı baba: hayır, ama, lütfen, bakın, olmaz, hayır, lütfen. mal bu bence.''
''- ama olmadı yine şimdi bu. hayır.''
''- şair bey oğlum, siz de biraz abarttınız gerçekten, şimdi düşününce..''
''- olmadı hiç yine bu şimdi, yok, hayır. lütfen.''
''- şair bey oğlum tamam, yeter artık, uzatmayın siz de isterseniz.''
''- lütfen ama olmadı, hayır.''
''- af edersiniz ama siz de saçmalıyorsunuz ikidir şair bey.''
''- yakışmadı bu şimdi, hiç oldu mu!''
''- şair bey, gidin.''
''- mu oldu hiç, şimdi bu yakışmadı!''
''- siktir git lan amına koduğumun şairi!''

hakkı baba'dan oldukça sert bir tavır olmuştu bu. kamil de sinirlenmişti bu pervasızlığa büsbütün:
''- siktir git lan buradan uğursuz iblis!''
''- ama şimdi..''
''- siktir git lan!''
''- sonbaharda düşen yapraklar gibi sararıp
düşerim bir gönül limanına bu kentten
ayrılıklar böyle acı ve tuzsuzken
büsbütün kaplar derinimi yalnızlık.''
''- senin ananı avradını.. siktir git lan, ibnenin oğlu!''
''- mevsimlerin elvedalarını sakladım yüreğime..''
''- adam gitmiyor.''
''- ve vedalar bıraktım yarının mevsimlerine..''
''- biz mi gitsek hakkı baba?''
''- sonbaharda ilk bahar, ilkbaharda son bahar gibi..''
''- haydi beyler, kalkalım buradan en iyisi.''
''- kattım seni yüreğimin dibine.''
''- şiir de bok gibiymiş.''
''- ama böyle olmuyor, lütfen ama.''
''- uzayalım beyler.''
''- lütfen.''

ve böylece kaçar olmuş kahvehane ahalisi şair efendinin yanından.
''- ama hayır şimdi, olmadı böyle, lütfen, bakın.
siktir git lan ibne!
''- lütfen.''

17.1.11

kürk mantolu madonnam*

''- Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilemediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilmeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığı bir çok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim bir çok dostlarım vardır. Şimdi ben bütün bu insanlara aşık mıyım?''
Galiba bir rüya haliydi. Bir melek gülücükler saçarak yanıma iniyor ve bana şunları diyor: 'Sana, seni önemsediğimi kanıtlayacak bir şey veriyorum.' Hediyeyi alıyorum. Meleğin ihtişamına öyle bir kapılıyorum ki, verdiği hediyeyi oracıkta unutuveriyorum. Ertesi gün tekrar geliyor ve akla ziyan küstahlığımı tebessümüyle yok sayıyor. Benim Sabahattin Ali şiirleriyle ve Madonna şarkılarıyla meşgul bir zamanımda yine en az hediyesi kadar güzel elleriyle bana bir kitap uzatıveriyor. Yine de önyargıyla okumayacağıma söz veriyorum. Bu meleğin güzelliğine kapılarak, sırf bu yüzden kitabı seversem Sabahattin Ali'ye büyük bir haksızlık yapacağımı düşünebilecek kadar gücü bulmayı bekliyor, başarıyor, okuyorum. Önyargısız, soluksuz, hecesi hecesine..
''- Evet. En çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça aşıksınız!''
''- Şu halde neden beni kıskanmadığınızı söylüyorsunuz?''
''- İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.''

Şu sanatçıların akıldan geçen kalbe konan yapıtları neden umumiyetle en cuk ve en beklenmedik anlarda hayatıma düşer bilemiyorum. Üstelik elinden zehir olsa içeceğiniz birileri size şerbet veriyorsa böyle anlarda, otobüste yaşlı bir insana yer verdiğiniz zamanların mahsulünü toplarmış gibi hissediveriyorsunuz kendinizi sanki. Aşk'ın ruhuna büründükten sonra gücünü de öğrendim ve Sabahattin Ali bunu iyice kalbimde pekiştirdi. İşte aşkın gücü hakkında benim kalbime kesin kanıtlar sunabilmeye yeten ama şifresini pekala çözemediğim bu his hakkında Raif'in içsel, edebi cümleleri: 'Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar çok mesut edebiliyor?' Bu soruyu nasıl cevaplamak uygundur? Ya da bu aranan cevap mümkün müdür? 'İnsanın içinde ne müthiş kuvvetlerin saklı olması lazım!' Bunu anlatmaya çalışmak çaresizliğe örnek teşkil edebilir mi? O halde hissetmek, çaresizliğe çözüm olabilir mi?
''- Benim beklediğim aşk başka! O, bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka... Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilmez bir istemek!''
Bana uyumadan önce bir hikaye anlattınız ve var olan uykumu da kaçırdınız! Sevginin de, nefretin de aşktan geldiğini anlattınız. Zaten dönüp durur olduğum daireyi bana peydahladınız. Türlü hayatların içine sokup çıkardınız. Suç ve Ceza'yı hatırlattınız, Genç Werther'in Acıları'nı gösterdiniz, Ümit Yaşar Oğuzcan yüreğinden bir kopyamı çıkarttınız. Geçen geceki melek tekrar çıkıverdi o zaman. Kitabın henüz yarılarındayken bana nasıl gittiğini sordu. Raif Bey'den parçalar taşıdığımı söylercesine onu sevdiğimi ilettim ve benim Kürk Mantolu Madonnam, o ihtişamlı melek, bana Maria'nın ruhunun, sanki onu kendisi taşıyormuşcasına anatomisini çizdi. Aslında ben kendimi, Raif Bey'i, Maria'yı tapusunu imzaladığım o dairemde benimser, sever olmuştum. Meleğe, aşkın tüm bu güçlerine dayanarak, Raif Bey'in Madonna'ya bunu hissettirmesi gerektiğini söyledim. Sabahattin Ali'de biliyordu bunu. Oysa Raif Bey kelimelerin güçsüzlüğüne yenikti. Doğaldı. Anlıyor ama anlatamıyordu. Bunu o da başaramayacaktı. 'Maria' dedim yüz bin kere, 'Maria!' Anlayabilecek misin? Görebilecek misin? Sorgularına, korkularına ve hükümlerine hak ettikleri yersizliği verebilecek misin? Çünkü kalbinde bunlara yer yok senin. Tanrıya, meleklere, kendine, aşka yapman gereken şey gibi: İnanabilecek misin?
''- Bu söylediğiniz bir an meselesidir. İçinizde mevcut olan sevgi, alaka, sarih olarak bilinmeyen bazı vesilelerle, zamanı tayin edilemeyecek olan bir anda, birdenbire birikir, yoğunlaşır, nasıl tatlı tatlı ışıtan güneş ışığı bir adeseden geçtikten sonra bir noktada toplanıyor ve yakmaya başlıyorsa, kuvvetini fevkalade arttıran bu sevgi de sizi sarar ve tutuşturur. Onu dışarıdan birdenbire gelen bir şey zannetmek doğru değildir. O, içimizde zaten mevcut olan hislerin bizi şaşırtacak kadar şiddetlenivermesinden ibarettir.''
Raif Bey'in kalbi keşfedilmesi gereken bir sırdı, yalnızca Maria'nın çözebileceği.. Hep bu sırrı anlatabilmesini bekledim ondan ama yanılıyordum, 'bazı hakikatler var ki bu yolda, anlatırken bile sır kalmalı' denen şey buymuş. Bu hakikat anlatılabilinir miydi? Evet Raif Bey anlatabilmişti, yalnızca ona hapsolarak..
''- Şimdi aramızda noksan şeyin ne olduğunu biliyorum.'' diyordu Maria. ''- Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış...''
İşte benim Maria'm inanıyordu. Sırrı boğazından yakalayıverdi. O an meleğe ithafen bir göz kırpıverdim. O yanımda olmadığını sanıyor, ben yanımda olduğunu sanıyordum. Ama aşk.. Aşk, onun içimde olduğunu biliyordu. İşin gerçeklik kısmı yalnızca teferruattı. Romandan sonra tekrar yalnız kaldık. Som sessizlik benim için cümleler yaratıyordu:
Seninleyken zamanın her saniyesi değerlendirilmeli; yanımdayken gözlerinle, saçlarınla, ellerinle, dudaklarınla.. içimdeyken tanrısallığınla..