24.6.12

insan ne ile yaşar?

tüm şehrin içkileri tükendi, orospuları sikilip bir yatak çarşafının desenine motif yapıldı, çocuklar vakur neşelendi, kocakarılar sert dil darbeleriyle tüyleri yutuverdi, adamlar pazuları kavanoza üfürdü gitti, hayvanlar sandallara yüklenip denize açıldı, eğlence bitti; şimdi.. tam da saat, bir gece cümlesinin gizli öznesi olmayı en hak eder rakamda durdu, dil çıkarıp tebessüm etti; şimdi.. şuan burası tüm gezegenin karasını kucaklayarak içine gömmeye hazır karadelik; pederşahi tüm geçmişiyle; sağlam, sert, kaybetmemiş, kaybetmeyecek, amına konulası etnik faşist, saygıdeğer de, kaygı uyandırmaz da, tam bir iblis tam bir göt oğlanı tam bir sadist.. burası seksenlik bakire vajinismusu.

bi çay kap gel, dedi galip usta bizim çırağa. eleman fırladı çayları kapmaya. galip usta, ne zaman biri çay kapmaya gitse umumiyetle gazetelerin at yarışları sayfasının favori atlarını otlatmakla geçirirdi süreci. seyrek saçlar, geniş ekran alın, robert redford gözler, tabanı çökük ucu sivri burun -adeta bir iskarpin ayakkabıydı burun- bal dudak, yassı çene; onun şişman vücudunun büstüydü hepsi. bu ikilemde kalmalarımdan bıktım usandım artıkın, diyordu içinden sürekli. beklenmedik bir çabuklukla fırlattı gazeteyi yere. gözleri her yeri tarıyor ama hiçbir şeyi net izlemiyordu. hani kendisini tanımasa delirdiğini düşünebilirdi. yaslandı sandalyesine, indirdi kafasını aşağıya. belki de yıllardır kendiyle hep ertelediği ya da hiç umursamadığı toplantısını yapıyordu. bu toplantını onur konukları dikkati ve mantığıydı. ah, şimdi de yine her yere geç kalan duyguları da geliyordu. ''nedir ulan benim konumum? ne yapıyorum ben, neden buradayım? altmış iki yıldır şans oyunları oynuyorum ama hala musluk tamir ediyorum.'' galip usta, kendi dünyasından tanrının dünyasına baktığı zamanlar sistemleri eleştirmezdi asla, modern hayatın iki metre gerisinden gelirdi, aitliğine bağlıydı, yaşamdan ne keyif alırdı ne de sıkılırdı. çok fazla algoritma problemi çözmedi ama zamanında kerhanelerde öğrendi hayatın manasını. 'hiç'çiydi. ''lanet olasıcası atlar ya kötü otlarla besleniyorlar ya da düzenli uyumuyorlar.'' bir düşünceye, bir fikre, bir akla uzun bir sürece bağlı kalamazdı galip usta. bu yüzden, hayatının en yalnızbaşına, en ucuaçık, en önemli toplantısında aşması gereken bir konu olduğunu fark etti: ''maymun iştahlıyım ben. benim sorunum bu. yarım bıraktığım işlerden bir yol çizsek kırıkkale sınırlarını yedi defa arşınlardık. madame bovary'i otuz ikinci sayfasında bırakalı anlamalıydım böyle olacağını. sadece üç şeye tutkunum; musluklar, atlar ve karım. aman allahım, cuma namazının son sünnetlerini bile kılmadığım ne çok hafta olmuştur!''
dün akşam mideyi bozmuştu bozmasına ama bu tedirginliği, telaşı ondan değildi. elektrik ve su faturalarını günü gününe öder, işini olabildiğince itinayla ve çabuklukta bitirir, yatakta üç dakikadan evvel boşalır, esnafa katiyyen borç yapmaz, ahaliyle iyi ilişkilerini sürdürmek için samimiyetinden ödün verdiği çok olurdu. galiba galip usta 'suya sabuna dokunmayan yılandı.' o yüzden bin yaşardı. bugünse, yolunda gitmeyen bir şeyler aramasının vakti geldiğini hissetmişti, o kadar. ilk akla çarpan da doğal olarak önünde yıllardır bulunan at yarışı sayfalarıydı. bugüne dek, kaybettiği yarışlara harcadığı parayı birleştirip yol yapsa kırıkkale'nin sınırlarını bile kaydırabilirdi. aklının fikrinin öylesine karışık olduğu bu anlarda eleman kaptığı çayla geri geldi: ''uzaylılar gelmiş usta, seni soruyorlar.''

biraz düşünmek için bir kenara oturmuştum. orada otururken on bir ya da on iki yaşında bir çocuk geldi. bir şeyler arıyordu. buldu da. onu birkaç yüz metre uzaklıkta bir taş ocağına götürdüm. onu orada bıraktım, ama önce tecavüz ettim, sonra da öldürdüm. onu bıraktığım sırada beyni kulaklarından çıkıyordu ve asla bundan daha ölü olamazdı.

carl, hücresinde yirmi bir cinayeti geride bırakmış birinin duygularına sahip değilmişcesine görgülüydü şimdi. keza, görgüsüzlüğe kapılacak pek bir şeyi yoktu bu karanlıkta. karanlık! hiç hoşlanmazdı bu amına konulası zifiriliklerden. küçük bir çocukken uğradığı tecavüzden beridir bu böyleydi. artık çocukları gibi baktığı, gözünden sakındığı nefretiyle öfkesini yanına yatırmış, nasır tutmuş elleriyle sıvazlıyordu onları. asılmasına çok az kalmıştı...

8 yaşındaydım. mahallemde insanlar her sabah erken kalkıp işlerine giderler, öğle yemeklerini aksatmazlar, akşam erkenden eve dönerler, çocukları devletin istediği gibi nazik, hoşgörülü ve disiplinli yetiştirilir, kadınlar ev işlerini aksatmazlar, yaşlılar ölüme en yakın kesim oldukları için daha fazla ibadet edip, gençken işledikleri günahlarından yırtmaya çalışırlardı. şöyle bir bakarsanız, bu mahallede aslında nerede ve ne yaptıklarını bilen bir tek kişi bile yoktu. makineleşmiş yaşamlarının içinde bir eksiklik vardı ve fark edilemiyordu. düzenin dışına taşan her neyse onlar için mide bulandırıcı, sapıkça, çoluk çocuktan uzak tutulası, dışlanası, terk edilesi, siktir edilesi, ötekileştirilesiydi. bense, onlara bu gaddarlığın hangi koşullarda oluşması gerektiğini gösterecek kişi, dünyanın en yalnız insanıydım ve bir köşe başında sigaramın son fırtlarında aklımda gözüme kestirdiğim birayı nasıl çalmam gerektiğiyle ilgili planlarla doluydum. sarhoşken daha zekiydim. ilkini kolayca çaldım, ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü ve kulağımda yerinde durmayan iki parmakla enselendim.
SENİ OROSPU ÇOCUĞU!

şişeyi kafasında kırıp kaçtım. ilk cezamı birkaç saat sonrası yakalandığımda almıştım. o gün yaşam hislerini kaybetmiş insanların mallarını bu kadar önemsemeleri hakkında düşünüp daha fazlasını yapmam gerektiğini anlamıştım ve üç yıl içinde bir ustaya dönüştüm. nihayet yakalandığımda bir ıslahevine gönderildim. orospu çocuklarının toplandıkları yer. yeni orospu çocuğuna merhaba deyin! orada mahkumiyetliğimin en sıkıcı zamanlarını geçirdim diyebilirim. her gece ışıkları kapatıyorlar ve ses çıkarmıyorlardı. bunu bozmak için bir gece usulca süzülüp binalardan birini ateşe verdim. böylece dönüp orada rahatça uyuyamadığım tek geceydi. on üç yaşımda kallavi bir suç işleme birikimine sahip olarak ve annemin gözetimi altında kalmam şartıyla bırakıldım. o günlerde annem tam bir fahişe olmuştu. her gece başka bir herifle sikişiyor, para kazanıyordu. bazı geceler kapının ağzından izlerdim onu. sanırım annemin fahişe olması erkeklerle yattığından değil de, seksten zevk almamasından kaynaklanıyordu. her neyse, bu yaşama alışamadım ve evden kaçtım. o gün, bir trenin vagonunda dört serserinin tecavüzüne uğradığım gündü.
ÇABUK SİK! VARMAK ÜZEREYİZ.

oracıkta o kadar yok hissetmiştim ki kendimi dünyadan, bir tek gözyaşı bile dökemedim. banliyöde indiklerinde neşeli hallerini izlerken hayatımın felsefesini elle tutulur biçimde görüyordum: güç ve kudret her şeyi doğru kılar. on altı yaşında orduya katıldım. sekizimde gözlemlediğim makinelerin hazırlanıp servis edileceği yerdi burası ve bana ait değildi. çavuşun göğsüne çatalı batırdığım gün acilen askeri mahkemeye çıkarıldım ve üç yıl yedim. bu sürede beni ben yapan her şeyin bir kısım bile benliğimden uzaklaşmadığını, aksine lanet ve mükemmel hislerimi olgunlaştırdığını gördükçe sürekli çoğalan bir yaşama isteğine, özgürlük tutkusuna sarpa sarıldım. sayılı gün ne çabuk ne de yavaş geçti. bence zihinsel olarak en formda olduğum dönemde çıktım ve dünyayı dolaşmaya başladım; avrupa, afrika, güney amerika ve daha sonra amerika'ya döndüm, arkamda bir sürü ceset tarafından uğurlanarak..

galip usta inanılmaz bir parmak hareketiyle bardağı döndürüp kaynar çayı üç fırtta fondipledi. eleman şaşakaldı. yedi metreyi dört adımda geçerek kapıdan çıkıverdi. uzaylılar mahallenin tüccarlık yapan ailesiydi. nedendir bilinmez; belki bir takım illegal işlerle sert bir imaja sahip olduklarından, belki de sima olarak dededen toruna birbirlerinin kopyaları olduklarından uzaylılar olarak ün yapmışlardı. galip usta baba e.t.'nin yanına vardı. ''selamün aleyküm hüseyin efendi.''

- ve aleyküm selam galip usta. nasılsın bakalım?
- sağolasın. hava da pek sıcak bugün.
- hiç sorma, çoluk çocuk evde duramaz olduk. ben de geçen hanıma açtım: bu hafta yazlığa kaçalım, diye.
- he, iyi etmişiniz. valla biz de düşünüyoruz amma önce bir yazlık almak icap eder.
- alemsin galip usta. ne diyeceğim sana: bizim şu kiracı öğrenciler.. dün bana geldiler, taharet musluğu mu ne, bozukmuş. biz onu yaptıracağız, kiradan düşeriz, dediler. ben de dedim ki, benim bir tanıdık var. he. (bir yandan mendiliyle alnını silmektedir) galip usta! çok da maharetlidir eli ve öyle bir tamir eder ki, yüz yıl aşınmaz. onu yollarım dediydim. bir bakıverirsin ustam, he?
- hallederiz.
- ne oldu senin atlar?

galip usta, alaycı şakalı sorulara otomatikleştirmiş olduğu ağzını açmadan gülüşüyle mimik etmede bir dünya yıldızıydı. e.t., adam sen de! manasında bir el hareketiyle karşılık verip uzaklaştı.

***

galip usta, bir bardak kola istirham ettiği öğrenciyi beklerken kahvehanedeki düşüncelerine daldı. öğlen koşulacak yarışları ve buradaki işini değişimli olarak aklından geçiriyordu. ''yıllardır kaybetmeye alıştım ama kazanmaya da alıştım. şansımın pek yaver gittiğini söyleyemem, fakat aile yaşantımdan da memnunum. kumarda kaybedenin aşkta kazanmasıdır benim durumum. aslında bunun üzülmeye değer pek bir tarafı da yok. çünkü ne yapıyorsam sevdiğimden dolayı yapıyorum. şu musluğu tamir ederken ne denli kendimi gerçekleştiriyor hissediyorum, baksana. bugünkü düşüncelerim kapımı çalmakta haklıydılar ve belli ki geç de kalmışlardı. bana halimi hatrımı sormanın ötesinde bir şey de söylemediler esasında. evet, tamamen böyle olmalı. hiçbir kimseye zararım yoktur, yararım olması da şart değildir. mutluysam, ki mutluyum, kendimi sevmemem için bir neden yoktur.'' başını hafif kaldırarak:
''sen kendini mi daha çok seversin, başkasını mı evlat?''

- karşımdakine bağlı bu.. çoğu zaman kendimi ama bazen de en nefret ettiğim kişi kendim olabiliyorum. bence insan kendini sevmezse başkasını sevemez.
- ben her zaman karşımdakini daha çok sevdim.
- kendinizi sevmiyor musunuz?
- ortalamadan az. beşte iki diyeyim sana.
- benim söylediğim şey kendini sevmekle alakalıydı. siz seviyormuşsunuz kendinizi.
- ortalama bir insanın sevdiğinden az, galiba.
- bunu gerçekten ölçemeyiz sanırım.
- aman, zor bir şey değildir. ben altmış iki yaşındayım, şimdiye dek yüzlerce insanla yüz göz olmuşumdur. bir insanın kendini ne kadar sevdiğini anlayabilirsin, hem de üç dakikalık bir muhabbetin ardından. buradan ortalama çıkarman da kolay oluyor işte.
- nasıl anlayabiliyorsunuz üç dakikada? sanki tek bir duygumuz var gibi konuşuyorsunuz. insanın oraya gelene kadarki psikolojisi her şeyi değiştirebilir. ben bugün kendimi daha az seviyorum, dün daha fazla seviyordum. biz bugün tanıştık ve siz yanıldınız?
- ama evlat, kendini ya seversin ya sevmezsin. bunun bir geneli olur.
- dakika başı değişiyoruz usta, dakika başı.
- kendini sevmeyen insanla sevenin özgüveni arasında dağlar kadar fark olur. bir insanın özgüvenini de anlayabilirsin. değişebiliriz, haklısın ama bu kadar kısa zamanlı mı?
- belki de bizim nesil sık değişiyor.
- musluklar gibi. iyice sıkıştırmak gerek.

galip usta, öylesine halden anlar ve tevazulu bir vücut diliyle konuşuyordu ki, üçüncü sınıf hukuk öğrencisi pek hoşlanmıştı onun bu hem işini yapar hem de konuşabilir halinden. devam etmek istedi:

- sizce kendini daha çok sevmek kötü müdür?
- değildir elbet. bu da kişiye bağlıdır. yanlış kişiyse eğer hoş değildir.
- hani derler ya, zeki insanlar mutludur, diye. bence bu doğru değil. zeki insanlar mutsuzdur.
- mutlu zekiler yok mudur?
- vardır tabii. bak mesela kafka'ya, nietzsche'ye..
- zeki insanlar mutludur.. burada mutlu insanlara bir ünvan var, zeki insanlara değil. her kim söylemişse, mutlu olabildikleri için -günümüzde çok fazla mutsuz var- zeki olduklarına kanaat getirmiş. zeki insanlarsa, eğer mutsuzsa onlar, zekaları pek değerli değildir. öyle ki..

derin felsefenin içinden zil sesi çıkarmıştı onları.

1920'de başyapıtımı yarattım. gerçekten karlı bir hırsızlık işine girişmiştim. kendime güzel bir yat satın alıverdim. insanlar ne tuhaf! hem sevgiyi reddederler, hem de peşine giderler! en sevgili yüz ifademle yatıma bedava içki vaadiyle on gemici aldım. amacım onlara gerçek sevgiyi tattırmaktı. bu iyiliğimi unutuvereceklerdi, çünkü hatırlayacak fazla zamanları olmayacaktı. bunu bilmemeleri o kadar hoştu ki, onlardan çok çok az içmeme rağmen hepsinin toplamından daha fazla eğleniyordum. bana minnetlerini sunuyorlardı. bu da çok tuhaftı. bir an onlara acıdım. ama aslında acıdığım mutsuz sonlarıydı. kör kütük sarhoş olup sızdıklarında hepsine tecavüz ettim ve başlarına birer kurşun sıktım. cesetleri denize atıp yoluma devam ettim. daha sonra bir ticaret gemisinde tayfa olarak afrika'ya tekrar gittim. burada timsah avlamak için sekiz hamal kiraladım. bu pis zencileri öldürüp tecavüz ettim ve leşlerini timsahlara verdim. mutluluğun resmini görüyordum. daha sonra amerika'ya döndüm. öldürmekten bir süre sıkıldığımdan ve artık taşaklarıma dönem dönem ağrılar girmeye başladığından sadece hırsızlık yapmaya karar verdim; çaldım, çaldım, çaldım. kendime beethoven adını takmıştım. insanların meğerse sanata hiç saygısı kalmadığından yakalanıp yirmi yıl cezaya çarptırıldım ve tarih tekerrür'cesine yeniden içeri girdim:
BENİ BURADA İLK RAHATSIZ EDEN ADAMI ÖLDÜRECEĞİM!

bir yıl sonra dediğimi yaptım, çamaşırhanenin ustabaşısının kafasını parçaladım ve şimdi buradayım.

carl, asılacağı gün hücresinin ufaktan aydınlanmaya başlamasıyla birlikte doğruldu. anal seks yaptığı onca küçük çocuğa ettiği kötülük, şimdi tiksintiyi uyandıran bir duygu uyandırıyordu içinde. boğulmak üzere olan bir insanın, ona sarılmış, onu dibe çeken bir insandan kendini kurtardığı anda ona duyabileceği duygunun aynıydı bu duygu. ''öteki adam boğulmuştur. elbette iyi bir şey değildir bu.'' ama tek kurtuluşu, bu son anlarında bunu düşünmemekti. bu sapıklığıyla ilgili onu avutan bir düşünce kendisiyle iyice bozuşmasının ilk anlarında gelmişti aklına. şimdi de geçmişi her şeyiyle anımsadığı zamanlar aynı düşünce geliyordu aklına. ''elimde olmadan öldürdüm onları. tanrı beni bu şekilde yaratmış. duygularımın ayarlarını kendim kurmadım. bu sevgisiz dünyanın kendi rolünü oynayan bir oyuncusuyum, ne diye mutsuz olacakmışım ki! evet ben de acı çektim, dünyada en çok değer verdiğim şeylerden yoksun ettim kendimi. kötü şeyler yaptım. bunun için de mutlu olmak ve öyle ölmek istiyorum. yüzkaramın, insanlardan uzak olmamın acısı çekeceğim.''
carl, acı çekmeyi içtenlikle istemesine karşın, çekemiyordu. içindeki en küçük yoğunluktaki sevgi hissini de bir çırpıda sikip attı. az önce düşündüğü her şey birdenbire yok olup gitmiş, aksi yönüne dönmüştü hemen. tekrar kendine geldiğini hissetti: ''hayatım boyunca yirmi bir insan öldürdüm, binlerce kez hırsızlık, soygun yaptım. son olarak en az bin oğlanı (oğlancılık yapmak) taciz ettim. bütün bunlar için birazcık bile üzgün değilim.''

***

cellat, ilmiğini hazırlarken: ''çabuk ol hortumcu piçi, sen aptalca ortalıkta dolaşırken, ben şimdiye kadar bir düzine adamı asmıştım!'' diyerek asıldı.

kapının açılmasıyla galip usta'nın işinin bitmesi bir olmuştu. zaten çok daha önceden bitirmişti bitirmesine ama şu delikanlıyla ettikleri sohbet pek hoşuna gittiğinden öylesine oynatıyordu penseyi. çıkarayak hukukçunun ev arkadaşıyla da tanışmış oldu. ayakkabılarını giyerken ona borçlarının ne kadar olduğunu sordular. on lira verseniz yeter, dedi. bu sırada diğer çocuğun elinde bir kitap görüp sordu: ''ne okuyorsun?''
- tolstoy. insan ne ile yaşar?
- neyle yaşarmış pekiyi?
- sevgiyle usta. sevgiyle.