8.10.13

Bay Debussy'in Tuhaf Öyküsü

claude achille debussy, kafasında yığılmış, ona her zamankinden daha taze gelen, anlık dikkatinin iyiden iyiye azalmış olmasının yanı sıra dışarıda zihnindeki belirli uyumu bozmaya oynayan römorklu bir at arabasına rağmen, stüdyo tarzı dairesinde karyoladan bozma bir döşek üzerine uzanmış eskizinden dökülen notaları ekmek kırıntılarını parmağıyla bastırıp ağzına götürür gibi besleniyor, tüm günü dönem dönem ilhamını geri kazanmış, dönem dönemse günlük olağan ihtiyaçlarını, temel gereksinimlerini karşılamaya koyulan sıradan insanların yaptığı gibi çabalıyor, bu anlarda manen nasıl da böylesine sığ olduğunu kendine bile açıklayamadığı bedensel bitkinliğiyle yorgun düşmüş, yıpranmış ama tüm bu zayıflığı önemli bir hata yapmış insanın yüz anlatımıyla elle tutulur bir becerinin değil, kesinkes -evet, şu an tam da böyle düşünüyordu- büsbütün yetersizliğinin ortaya çıkardığı düşüncesiyle doğruluyor, tam da bu sırada derin bir nefes alıp, aynı zamanda kendi tatminsizliğinden duyduğu acıyla: '' insanın yaşamı sonsuzlukla kıyaslandığında ancak bir saniye kadarsa böylesine debelenmeye değer mi?'' diye soruyordu kendi kendine. fakat bu anda ruhunda öylesine bir duygu, düşünce, çeşit çeşit anılar patlak vermişti ki, hemen bu düşüncesinden sıyrılıp konunun oldukça kişisel tarafına dönüyor, daha önceki uykusuz geceleri boyunca iç dünyasında olup bitenler ne kadar acı olursa olsun, şimdi heraklitos mantığıyla bambaşka bir acının içini doldurduğunu görüyordu. tekrar uzanıp kendisine mozart'ın viyana'daki arabesk ruhunun nasıl da bozguna uğradığını hatırlatıp: ''herkesin kötü günü vardır'' diyerek gözlerini kapıyordu.

****

antik yunan filozofu zenon, paradokslarının birinde, yarıtanrı aşil’le kaplumbağayı yarıştırır. kaplumbağa aşil’den çok daha yavaş olduğundan, aşil’in önünden başlar yarışa. zenon, aşil’in kaplumbağayı katiyen yakalayamayacağını savunur. gerçekten de aşil’in kaplumbağayı yakalayabilmesi için, önce kaplumbağanın yarışa başladığı ilk noktaya erişmesi gerekmektedir. aşil bu noktaya eriştiğindeyse, kaplumbağa biraz daha ilerde olacaktır. şimdi aşil, kaplumbağanın bulunduğu bu yeni noktaya erişmelidir. aşil, kaplumbağanın bulunduğu bu yeni noktaya vardığındaysa, kaplumbağa biraz daha ilerde olacaktır, çünkü kaplumbağa durmamaktadır. bu böyle sürer gider ve aşil kaplumbağaya hiçbir zaman erişemez. zenon'un bu paradoksunda debussy kendini aşil gibi görüyordu. dönemin bu en büyük müzisyeni tatminsizken kendini adeta delirmiş hissediyor, ellerini arkasına bağlamış, ahşap duvarlarında gıcırdayan ayak sesleriyle bir yukarı bir aşağı dolanıyordu. bu sırada bahçesinde çan sesini andıran bir uğultuyla tatsız ifadesi debussy'nin olgun ve mutsuz yüzünde tıpkı parlak bir göğün üzerinden geçen sis kalıntıları gibi bir anda daha sıkıca belirip kayboldu. günün büyük bir bölümünde piyanosunun başındayken olduğundan biraz daha zayıftı; kül rengi, keskin, her şeyi okur gözlerinde korku anlamı belirmişti. ağır ayakları onu çalışma odasına, yarı açık penceresinin eşiğine götürüyordu. bütün gün hava çok sıcaktı, bir yerlerde fırtınaya hazırlanıyordu, ama ay dolunca ışığını bahçedeki toprağa ve olgun yaprakların üzerine püskürtmüştü. işte orada ışıkların altında yirmi-yimi beş yaşlarında sessizce ardını kontrol ederek dolanan bir genç gördü debussy. çevik bir hamleyle röpteşembırının üstüne giydiği paltosuyla palas pandıras indi aşağıya, endişe ve merakla, aynı zamanda septik bir ifadeyle koşarayak seslendi çocuğa:
- vay edepsiz! dur orada! kimsin sen?
- özür dilerim bay debussy, henüz kim olduğumu ben bile bilmiyorum.
debussy, bir dizi günlük çalışmasının çocuğun ellerinde sallandığını gördüğünde şaşkınlığa uğramış, elleri istemsizce öne kaymış, rüzgarla oynaşan kağıtlara alegorik biçimde uzanmaya çalışıyordu ki, kendini kontroledilemez, ritmik bir koşuşturmanın içinde buldu. hırsız:
- spor yapmak sağlığınıza iyi gelecektir ve şimdi söyleyeceğimi unutmayın ki, bu şişko göbeğinizi yenisiyle değiştirdiğinizde bayanlara karşı şansınız fazlasıyla artacaktır.
çocuk, fazlasıyla kelimesini öyle haşin kullanmıştı ki, debussy bir an göbeğini yokladı. hırsız devam etti:
- saygısızlık etmek istemem ama efendim, bu göbekle beni yakalamanız mümkün değil. ancak bir kaplumbağaya rakip olabilirsiniz.
bana sorarsanız, zenon'un paradoksunu bu an tekrardan hatırlamak böylesine şaşkın ve hantal durumdayken debussy için işleri çok daha zorlaştırmaktan başka bir işe yaramazdı. o da bir ucundan dokunduğu bu hikayeyi sobanın kızgın olduğunu elini bastırdığı anda fark edip çeken bir insanın yaptığı gibi aceleyle geri çevirmişti:
- okulda atletizm takımına seçilmiştim.
- nasıl seçildiğinizi tahmin edebiliyorum efendim. olduğunuz yerde dursanız bile göbeğiniz finişi görür.
- vay edepsiz.
debussy anlık öfkenin verdiği güçle gayretlice kovalamaya devam etmesine rağmen alaycı tavırla koşan hırsız peşinde başarı sağlayamayacak gibiydi. ne ara bir adım atsa çocuk da onunla beraber atıyor, durduğunda aynı şekilde çocuk da duruyordu. ayın gecenin üstüne çöken sisleri şeffaflaştırdığı mesafelere doğru ilerliyor, hırsızı en azından cismen yakalamaya çabalıyordu. kendi yüzüne, davranışlarına, yürüyüşündeki yapmacılığın biçimi oturmuştu. yorgunluk ve uyuşukluğuyla daha önce hiç olmadığını hissettiği duyguyla, başkalarında bıraktığı etkiyi düşünmeye bile vakti olmayan hem hoş hem de ilginç bir işle uğraşan birini andıran çocuğa dikkat kesilmeye gayret ediyordu. çocuk, sanki bir hırsız gibi değil, birlikte belirli bir amaca hizmet ettikleri takım arkadaşına yaklaşır gibi: ''isterseniz bir tütün molası verin efendim. sizi beklerim'' diyordu. debussy: ''boşver. nasılsa hırsız peşinde koşmaya çıkarken yanıma almayı unutmuşumdur'' diyerek kendini gayretinden alıkoyan düşüncelerine karşı savundu. çocuk cebinden çıkardığı tütünü debussy'e uzatttı:
- isterseniz bende var efendim.
- senin malına ihtiyacım yok. devam edeceğim.
- aslına bakarsanız beni şaşırtıyorsunuz. hantal vücudunuza rağmen müthiş bir özveri gösteriyorsunuz. çabanızı takdir ediyorum.
- sen dalga geç bakalım ibibik kuşu.
- aynı familyadan olmamıza sevindim. keza bir baykuşun endamını hatırlatıyorsunuz.
koşuşturma alaycı tavırlarla tetikleniyor, debussy'in ümitsizliğe kapıldığını fark ettiği her an molaya giriyordu. debussy, halkın pek çoğunun ona büyük bir saygıyla yaklaştığını, kendilerinden de, başka insanlardan da apayrı bir varlık olarak gördüklerini, bu yüzden onu çok sevdiklerini bilirdi. böyle durumlarda kendisi de insanlara sevecenlik ve canayakınlılıkla davranırdı. şu durumda ne kadar alaycı bir ilerleyiş olursa olsun, debussy, bu çocuğun belki onu seven, belki de onu taklit etmeye çalışan biri olabileceğini düşündü. ne vakit bu düşüncelerinden kurtulup onun bir hırsız olduğu aklına geliyor o an zihnini temizliyordu. böylelikle kendilerini pont des arts köprüsüne ulaşmış bulduklarında köprü üzerinde durdular.
- ne harika bir manzara değil mi efendim? dokuzuncu senfoniyi çalmak ister miydiniz?
- sanırım seni yakalayamayacağım.
- haklısınız. beni yakalamanız gerçekten de bir mucize olur. hem bütün bunlara ne gerek var? baksanıza daha yeni tanıştık ama gördüğünüz gibi şimdiden aramıza bir mesafe koymuş gibi görünüyoruz.
debussy sormadan duramayıp ''bunu yaparak eline ne geçecek?'' dediğinde, çocuk elindeki la mer, iberia, masques, nocturnes'ten oluşan eserleri hafif bir tebessüm ve ağır bir pişkinlikle sallıyordu:
- pekiyi, hadi gelin alın.
- verecek misin yani?
- tabii ki efendim. ne de olsa sizin malınız.
- o zaman bütün fransa'yı bana ne diye turlattın be... densiz!
- bay debussy'le pont neuf'u izlemek herkese nasip olmaz.
- bunun için hırsızlık yapman gerekmezdi. telefon edip anlamsız bir buluşma ayarlamaya çalışabilirdin.
- çağımızda sanatçıların ancak kendileriyle ilgili meselelerde duyarlı olduklarını duymuştum. sizi ayrı bir kefeye koymak gerek efendim. baksanıza, bu eşsiz manzarayı benimle birlikte izlemek için nasıl da koşa koşa geldiniz.
- ukalalığı bırak.
debussy, tedirginlikle yorgun bacaklarını sırayla öne atıp ağır adımlarla ona doğru yaklaşırken ani bir fırtına tüm köprüyü sallamaya başladı. debussy'nin yüzü gerildi, şaşkınlıkla dudakları çekilip titredi. şimdi büsbütün kontrolsüzken, inanılması güç ama bununla birlikte debussy ve hırsız arkadaşı uçuşmaya başladılar. sis bulutları ayın yüzünü çirkince griye boyamıştı, notalar artık köprü üzerinde karmaşık melodiler oluşturuyordu ve debussy şaşkınlıkla bulutların tepesine çıkarken nocturnes'in tüm notaları kendisine elveda ediyordu.

****

eğer debussy'i chez georges'de kahvesini içerken tedirgin görenlerin onun bu sabahki rüyasından haberleri olmuş olsaydı durumu biraz daha anlayışla kavrayacaklarından şüphe olunmazdı. keza kendisi suç işlemiş bir çocuğun kendini ele veren masumluğuyla -debussy kendini beceriksiz hissettiği zamanlar sık sık bu tür değişik psiklojilere kapılırdı- bir yandan kahvesini usulca yudumlarken diğer yandan da temkinli tavrıyla notaların tozunu almaya koyuldu. le mouv'da çalan 2. piyano sonatı- 3. bölüm'le birlikte yan masadaki napoleon bonaparte hayranı ihtiyar hırlamaya başladı:
- tanrı fransa'nın taşaklarına zeval vermesin!
debussy, beklenmedik sıkıcı bir muhabbetin içine giriyor olduğunu farkettiği sırada ihtiyar, takma dişlerini ağzında ustaca oynatarak:
- cenazemde marche funébre yerine mozart'ın requiem'ini çaldıracağım. bunu şimdiden vasiyet ettim bile. biliyor musun, chopin de böyle yapmıştı. ama şundan kesinlikle eminim ki, fransızlar mutlaka daha iyilerini yaratacaklardır. bonapart'ın dediği gibi: bunun için bir paris gecesi yeterli olacaktır.
yan masadan buna istemsizce tebessüm edilince ihtiyar fırsatı kaçırmaksızın: ''sen bonapart hakkında ne düşünüyorsun evlat?'' diye sorduğunda debussy elini cüzdanına atmış hesabı ödemeyi düşünüyordu ki, ihtiyar devam etti:
- bonapart'ın savaş stratejilerini kendimi bildim bileli kişisel hayatıma uygulayarak yaşadım. onun askeri alanda belirgin bir teorisi olmadığını söylerler. diyebilirim ki, napolyon'u bonapart yapan da işte budur. onun askeri başarıları, sağlam bir askeri teorik yaklaşım çerçevesinde hazırlanmış planlara değil, savaş alanındaki hareket tarzına bağlıdır. seksen yıl boyunca plandan hep uzak durdum, kendimi değişen, bu değişim içerisinde sürekli yenileyen hayata ve bu hayatın damarlarında, iliklerinde kanlı canlı yaşayan zamana bıraktım. parametrelerin planlarının dışına ittikleri insanların o anda nasıl da yolunmuş tavuk gibi çaresiz kaldıklarında derbederce hayal kırıklarının etrafında çırpındıklarını üzüntüyle izledim. şimdi gözlerim pek iyi görmese de hala evime giderken doğru adımları atabiliyorum. böylelikle yaşadığım hiçbir şeyden -bu benim yararıma ya da zararıma olsa da- pişmanlık duymadım...siz ne düşünüyorsunuz bayım? ah, lütfen bu konçertoyu değiştirin mösyö, öylesine hafif ki, iyi duyamıyorum.
debussy, dünkü tatminsizliğinin kırgınlığıyla içine bastırılmış duygularıyla boğazını temizledi ve bu ihtiyarın herbir kırışıklığında yakaladığı mutsuzluk anlatımını okuyarak radyo frekansları arasındaki dalgalar eşliğinde kahvesinden son yudumunu aldı. lavabo izni istemeden birkaç laf etmesi gerektiğini düşünerek tekrar iyice baktı ihtiyarın yüzüne -ah, az önce söyledikleriyle bu surat hiç uyuşmuyordu birbirine- yavaş yavaş konuştu: ''belirli bir plan dahilinde olmaksızın anlık yaşamanın bizi kendi monotonluğuna çeken zamana karşı bizi yaşam sıkıntısından, gelecek kaygısından biraz olsun uzak tutan, evrende sadece basit bir noktadan ibaret olduğumuzu düşündüğümüzde yaşama tutunmak için delicesine hırsla sebepler aradığımızda ihtiyacımız olan ruhsal direnci sağlayan bir yöntem olduğu konusunda size katılıyorum. fakat, buna da iyi planlaşmış bir akılla ulaştığımızı göz ardı edemem... izin verirseniz lavaboya uğramalıyım mösyö?'' diyerek izin alıp kalktı.
chez georges'da radyo frekanslarıyla ilgili yaşanan sıkıntıdan sonra mösyö abraham moskova'dan getirtiği, kullanmaya pek kıyamadığı, göz nuru, daima el üstünde, aynı zamanda el altında tuttuğu pikabını çıkarttı ve içine karısının geçen yaz yvelines'te sanat pazarından çok cüzzi bir rakama aldığı bir plağı yerleştirdi. chez georges sakin bir pazar günü geçiriyordu; aile bölümünde öğle yemeği için acele eden bir çift yemeklerini bekliyorlardı. minyon yüzlü, yanakları hafif kırmızı, bacakları uzun, buna rağmen gövdesi biraz kısa, (muhtemelen iki-üç yıl kadar önce evlenmiş olmalılardı) genç kadın ikizlerini kontrol etmenin hazıyla, ağabeyinin yakasından çeken küçük sarışın kızının dağılmış saçlarını topluyor; sakince cebinden çıkardığı deftere bir takım notlar alan, saçları özenle taranmış, ince suratlı, deniz subayı kocasının ceketinin üst dış cebindeki mendilini düzeltiyordu. yan masada az önce yanağını hafif dışa doğru çekip nişanlısının ince, beyaz, narin ellerini yumuşakça kavrayan redingotlu bir adam tüm nazikliğiyle damının en uygun biçimde oturabilmesi için sandalyeyi adeta milimetrik hesaplarla ayarlamaya çalışıyordu. antre bölümünde iki yaşlı bayan kendilerine köşede küçük bir masa bulmuşlar, yeni bir komedyadan şarkılar, günün nükteli sözleri, en seçme skandallar ve dedikodulardan büyük bir açlıkla bahsediyorlardı. ne vakit biri okuduğu bir nükteye kahkahalar atsa diğeri onun bir ses daha üzerine çıkmaya çalışıyor, sık sık yorulduklarını fark ettiklerinde derin nefesler alıp mirket dikkatiyle etrafı kolaçan edip sonra önlerine eğiliyorlardı. ihtiyarın, evinin penceresinden, müdahaleden uzakta birinin sokakta cereyan eden bir kavgayı heyecanla izlemesi gibi burada olup biteni gözlemlerken hayalinde geçmiş aile yaşantısıyla ilgili sayısız sahneler canlanıyordu. bu hayalleri zihninden kovmaya, onları saklamaya çalışırken bu sırada debussy lavabodan çıkıyordu. masasının hemen yanından geçerken herhangi ricası olup olmadığını soran abraham'a doğru uzanarak: ''üç dakika kırk iki saniye.. bu süre, ne işemek için kısa, ne de fırtlamak için uzun bir süredir. bu bakımdan bu beyefendi ya çok yavaş işemiş, ya da hızlı fırtlamış olmalı'' dedi. ihtiyar yeni tanıştığı bu beyefendinin kendi masasına doğru yaklaşırken iyi yürekli, cesur, kararlı, mert ve yüksek karakterli olduğunu düşünmüş, böyle olduğuna kesinkes inanmıştı. ''ne asil bir adam, az ama öz konuşuyor. tam bir fransız'' diye geçirdi içinden. debussy, abraham'a doğru hafifçe eğilerek: ''lavabonuz harika mösyö, fakat musluğunuzda bir sorun olmalı'' deyip oturdu. abraham: ''kusura bakmayın efendim, hemen baktırıyorum'' diye karşılık verip uzaklaştı.
ihtiyar doğruldu, birkaç dakikadır duyduğu müziğin etkisini şimdi fark eder olmuş, gözlerini biraz kısıp, başını yavaşça iki yana sallayarak: ''ne hoş bir eser, daha önce hiç duymamıştım '' diye mırıldandı. debussy: '' clair de lune. fransız bir besteciye aittir'' dedi. ihtiyarın baştan aşağı kalın çizgilerle kaplı, yorgun, zayıf, sarımtrak yüzü aydınlandı, ''ne hoş, ne kadar hoş'' diye başını anlamlıca yukarı aşağı salladı. nasıl ki, küçük bir çocuk canı yandığı zaman acısını dindireceğini düşünerek anne babasının yanına koşar -çünkü onlar ebeveynlerinin bu konuda beceriden yoksun olduğuna inanmazlar- bu ihtiyar adam da bir-iki saat öncesinden bulunduğu ana doğru, üstelik az önce ne kadar hoş diye hislendiği müziğin onu gayet etkileyen bu adama ait olduğunu bilmeden sırnaşıyordu. debussy, bu yalnız, duygu yüklü adamın yüz anlatımında şimdi ona çok daha uyumlu bir ifade okuyordu. işte tam da bu anda kendini gerçekleştirmiş hissedercesine toparlandığında ve sıkıntılı düşüncelerinden atmosferden çıkan uzay aracının modülünü bırakması gibi büsbütün kurtulduğunu hissederek sanatçılara özgü becerilerin ilhamını bizzat hayatın içinden, küçük detaylarda gizlenmiş parçalardan, ayırt etmeksizin herbir insan maneviyatının uçsuz bucaksız zenginliğinden aldığını hatırlıyordu. güvenini geri kazandığında sanatsal zekasını da, manevi huzurunu da geri kazanmıştı. aklına bambaşka bir fikir gelmişçesine çabucak hazırlanıp abraham'ın yanına doğru ilerlediği sırada ihtiyar onu fark etmemiş, deniz subayının küçük sarışın kızıyla şakalaşmaktaydı. yaşlı adam bakışlarını küçük kızın parlak, iri gözlerine çevirmiş baş parmağı burnu üzerinde diğer parmaklarını sallıyordu. biraz sonra debussy'nin sesiyle anlık bir hareketle dönüp abraham'la iştahla tartıştıklarını gördü. debussy hızlı hızlı konuşuyor, kararlılıkla söylediklerini abraham'ın kıpkırmızı olmuş suratında hayrete ve şaşkınlıkla kabuledilemez telkinlere dönüştüğünü, bunun ufak çapta bir lavabo krizi olabileceğini sanıyordu. başını tekrar çevirdiğinde oyun arkadaşı tüm tatlılığıyla ona az önceki hareketinin karşılığını veriyordu.
bildiğimiz kadarıyla "telif hakkı" ilk kez debussy tarafından gündeme taşınır. paris'in bir restoranında yemek yerken kendi eserlerinin çalındığını görür ve kızar. restoran sahibi, yediği yemeklerin ücretini istediği zaman o kararlılıkla ödemeyeceğini, çünkü kendi yaptığı eserlerle para kazanırken kendisine sorulmadığını, bu yüzden eserlerinden kazanılan gelirin yediği yemeklerin karşılığı olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. bu düşünceye itiraz eden restoran sahibi cevabını mahkemede alır ve adalet, claude achille debussy'yi haklı bulur.*